28 Haziran 2010

Kamerun ulusal marşı

Akneler sarmış dört bir yanımı,
Sıktığım her yerde izi duruyor.

21 Haziran 2010

Güzel şarkıdır şimdi.

Radiohead "House of Cards" from Justin Glorieux on Vimeo.



Çirkinlikte yeni bir mihenk taşı


At patisi ayakkabısı kadar iğrenç bir ayakkabı daha görür müyüm diye düşünürken, karşıma bunlar çıktı. Üsttekine özel ilgi ve sevgisizlik.

14 Haziran 2010

Digiturk HD filan, Suada, yanlış bilgi, ne?

"Digiturk'un yeni HD kanalının açılışı şerefine Çarşamba günü Suada'da yapılacak partiye LOST dizisi oyuncuları geliyormuuuş" diye bir haberle çalkalandım bugün. Alelade bir haber sitesinde gördüğüm haberde "dizinin Ben'i" tamlamasını gördüğüm anda mekana gitme gitme hevesiyle yanıp tutuştum. Gerekli ayarlamaları yapmaya kalkıştım. Mesaj filan attım bu uğurda! Düşün yani, telekomünikasyon. Vay be.

Gel gör ki haberi götümlen okumuşum. Sayid ve Jin geliyormuş bi'. Bir de the OC dizisindeki Chinolu davsın Ben McKenzie. Hevesim nasıl kursağımda kaldı anlaşılması mümkün değil. Gerçi giriş ayarlayamadığım için biraz sevindim de. GERÇİ Jin'e "güney koreli kardeşim bana bi' ADAZZ desene allasen" demesi de eğlenceli olabilirdi. Ama Sayid be? Yahu bir de Sayid'i beğenen kızlar var biliyorsunuz değil mi? SAYİD'İ BEĞENMEK diye kitap yazılabilir hümanizm üzerine bana kalırsa. Adam sürekli terli ve briyantinli görünebilmek konusunda bir uzman.

Bu da böyle bir anekdot idi. Geldik bu yazının sonuna. Ama blogun sonuna geldik mi, hayır. Sanki maaş alıyorcasına buraya sayfa sayfa yazmak da ne büyük idealizmmiş arkadaş. Tıpkı Jack Bauer'ın da söylediği gibi "Sizin bu yazıları okuduğunuzda yüzünüzde oluşan o tebessüm var ya, işte o benim ödülüm". Yaşasın çirkinlik.

11 Haziran 2010

Sorunlu çiftlere Jack Bauer'dan tokat gibi terapi


Cheaters diye bir poroğram vardı hatırlayana. Şikayetçi eşler, rahatsız oldukları eşlerinin peşine Cheaters ekibini musallat ederlerdi. Sonunda da gafil avlarlardı.

Şimdi diyorum ki, ideal bir dünyada, bu Cheaters programının sunucusu Jack Bauer olsun. Bauer'a hamfendiden telefon gelsin ve olaylar gelişsin.



"Merak etmeyin hamfendi, Cheaters ekibi olarak icabına bakacağız, you gotta trust me on this "


"Oha çok kızdım ulan!"


"Chloe, duyuyor musun beni, we found our leverage"


"Sok o parayı cebine geri, arıyorum hamfendiyi. American government does not negotiate with terrorists."


"Bir daha olmasın, önce dizine sonra çüküne sıkarım. There are millions of people's lives are at stake. "


"Ücretim ne mi? Hamfendi, yüzünüzdeki şu minnet dolu ifadenin bendeki yansıması var ya, işte o benim ödülüm "


İşte bir Cheaters programının daha sonuna geldik. Çantamı alır giderim.

10 Haziran 2010

Her Sunumun Kahramanı


Arkadaş meclisinde nakadar muhabbetşinas, alkışlarla yaşayan ve teyatral bir insan isem, iş ortamlarında bir o kadar ketum, bir o kadar kekemeyim. Bu yüzden reklam yazarı olmaya karar verdim. Sandım ki ben sadece yazacağım, müşteri temsilcileri anlatacak. Malesef hiç öyle olmadı. Önce kreatif direktöre, sonra müşteri temsilcilerine, sonra ajansın büyüklerine, sonra da müşterilere anlatmak sorumluluğu doğdu. Ve gitti o "cool" kreatif duruş, geldi yerine ilkokulda sınıf önünde boğazdaki yumru, boncuk boncuk ter ve Müren vibratosu.

Bundan kaçınmak için türlü yöntem denedim. Kağıda yazdım, ezberlemeye çalıştım, evde anlattım senaryoyu, kendi kendime anlattım filan. Ama nasıl desem, hep BOK GİBİ oluyordu. Bir türlü istediğim Don Draper lafıgediğineoturtmacılığını elde edemedim. Senaryo anlatma işinden hep kaçtım, hep kaçtım. Herkesin iyiliği için.

Sonra gün geldi çattı. O hiçbirşeyi almaz müşteriye anlatılacaktı senaryo. Bu seferki stratejim heyecanlı ve senaryosunu umutla anlatan genç reklam yazarı olmak değil, bok gibi bir suratla, almazsanız almayın lan diyen bir ifadeyle hırt gibi anlatmaktı. Ve öyle yaptım. Performanslarımın en iyisi oldu. Gerçi yine kötüydü de. Vibratodan iyi oldu her şekilde.


Beni geçelim. Kayıp vakayım. Sikko bir film vardı Keanu Reeves ve Charlize Theron'un oynadığı. Charlize, pis reklamcı Keanu'yu bir ay içinde adam etmeye baş koymuştu. Filmin başında Keanu'nun müşteriye bir sunum sahnesi vardı. Yılların köklü aile sosis markasına imaj kampanyası hazırlamışlar; sosislerin üstünde rodeo yapan ablalarlı filan, buram buram porno. Aman diyim, bu Keanu gerzeği nasıl bir gazla, efendime söyleyeyim, böyle tam bir bokunda boncuk bulmuş vücut diliyle anlattı o fikirleri. İşte o zaman dedim, İĞRENÇ. Uzun zamandan beri böyle reklamcı artislikleri, bok püsür, hiç hazzetmem.

Sunum anı.

Gel gör ki, LAZIM.

Sunum için doğan arkadaşlarımız da var, biliyoruz. Öyle bir sunum hazırlarlar ki, öküz gibi bir giriş, bir özgüven patlaması. Araya serpiştirilmiş kocaman sözcükler, hepsi caps lock. MODERNISM... 21ST CENTURY... NEW TRENDS... BUT WHAT IF... Bu majisküllerle devleşen bir sunum olur o. Yüksek sesle anlatırlar, sesleri titremez. Harikadır. Uterustan eller havada çıkmıştır. Dinleyenler Black Hole Sun kastı olurlar. Ben de aradan iki şut çekerim ezik anlatıcı olarak. "Eed ya" gibi. O dev sunumun yanında zibidi gibi kalırım. Çıta çoktan yükselmiştir. The Sunum and the Kaybeden.

THE END.





Tighten Up aslında ne anlatmak istiyor?

The Black Keys'in Tighten Up adlı şarkısını üşenmedim, Türkçeleştirdim. Ve haikulaştırdım. Sonra haiku dokusunu bozdum. Aferim bana.


-Kendine Gel Bir Zahmet-

Aşk dedim, aşk istiyorum dedim.

Jötem, ille de jötem.

Gerçek aşk öldü dedi zibidinin biri.

Aaa, aşk olsun. Ölürüm sana.

E daha ne yapayım?


Bedenimi al, ama ruhumu nah alırsın.

Seviyorum çünkü allahın belası.

Kendine gel, çok manitacısın.

Manitacısın, adamlar haklı beyler.


Günlerdir hastayım hasta.

Canım ister pasta.

Bir pasta yapsana?

Ha?

Yap be?


Ben de çok manitacıydım gençliğimde.

Kralı gelse yine manitalara bakardım.

Ben sıramı savdım.

Artık sıra yeni nesilde.

Bokumda boncuk bulmuş gibiyim, anla artık.


Laf olsun diye konuşuyorum.

İş olsun diye takılıyorum.

Biz de biliyoruz lan.

Yüzüme vurma.


Bak illa ananla babanla tanıştırmasan da olur.

Böylesi de güzel.

Tanışmamazlık da etmem, yanlış olmasın şimdi.


The Black Keys - Tighten Up - Official Video from Chris Marrs Piliero on Vimeo.

İç toplantılarda dikkatleri üstüne çekmeden eğlenmenin sırları


-Telefonunuzla, varsa iPhone'unuzla oynayın. Sesini kısmayı unutmayın. Ekranını kabak gibi açık tutmayın. Not alıyor gibi bile görünebilirsiniz doğru açıyı yakalar iseniz.

- Telefonunuzla oynarken yanlışlıkla(.) müziği açın, 5 saniye de olsa bir anda Radio Gaga yankılansın ama pardon filan edin, kapatın. Toplantılarda Freddie Mercury etkisi büyüktür. Herkese neşe katar.

- Kendi önünüzdeki teknolojik aleti tüketin, yanınızdakinin iPad'ine filan sardırın. "Abi sana çok komik bişey göstericem" deyin ama toplantı tam olarak başlamadan önce yapın bunu. Toplantının başlangıcını bu yolla geciktirin.

- Tabii ki kalem ve kağıt getirmeyin. Getirirseniz de meme filan çizin, birbirinize gösterin, gülüşün.


Çok ilgili olduğunuzda aynen böyle görünüyorsunuz, haberiniz olsun.

- Dikkatli dinliyor görünmek için kaşlarınızı çatıp gözlerinizi kısın. Hatta bir de; sunum yapan iş arkadaşınız tam konuşurken yansıttığı görüntüye, konuşmazken de gözüne gözüne bakın, onun için challenging olacaktır ve üstünüze varmak istemeyecektir.

- Sunum yapan arkadaş tam konuşurken bir soru sorun. Sonra "soru neydi" diye sorduğunda "önemli değildi, cevabımı aldım" deyin. Hem onu mutlu edersiniz, hem de yine ilgili görünürsünüz.

- Sorusu olan var mı? dediklerinde "Harikaydı müthişti" deyin ama sunumu yapana sigara molasında dadanın o ne bu ne diye. Böylece hem duble ilgili görünürsünüz, hem de 1 saat boyunca size anlattıkları şeyin özetini 5 dk içerisinde alırsınız. Hızla.

- İçeceğinizi yanı başınızdan eksik etmeyin.


Şimdilik bu kadar. Müşterili toplantılarda minimum zevzeklikle maksimum zevzekliği yapmayı bir sonraki yazımda paylaşmak üzere.



09 Haziran 2010

Bir Workshop'a katılmaya göreyim, kendimi vurasım gelir.


Oldum olalı, workshop'tır, eğitimdir, stajdır, atölyedir, yarışmadır, gençlik kampıdır, bu tür şeylerden hiç hazzetmemişimdir. Öküz geldim öküz gidicem pahasına da olsa bunlara katılmam. Gel gör ki, iş dolayısıyla bazen zorla götürüyorlar. Hem de markaların eğitimlerine gitmek zorunda kalıyorum böyle kekoş gibi, nasıl nefret ediyorum hayatımdan. Tüm öğrencilik hayatımda karşı durduğum her şey, o yabancı ve hareketli eğitmen, o Amerika'daki eğitiminde edindiği aksanı ortaya yapıştırma heveslisi kadın, o kendini iki cümleyle tanıtmalar, hatta tanıtırken espri yapanı, yapamayanı, alkış tutanı. Anlamıyorum ki, eğitmeni mi sikeceksiniz?

Hayatta nefret ettiğim ne kadar tip varsa alıp toplamışsın hepsini bir yere. 7'den 70'e bir de. Kaç yaşına gelmiş kadınlar, hoppidi hoppidi sevinirler her boka. Cıkcık. Öğle yemeği olunca filan da sevinirler. Yanında oturduklarında yalandan eğitmeni çekiştirirler "lan tipe bak lan ehehe" diye ama herif iki kaş göz etti mi kızarıp bozarırlar bunlar. Bunlara gangsta's paradise stayla da sökmez. Gruplara ayrıldıktan sonra işi taşağa vurma çalışmalarınız 5 dk sürer, hemen hadi işe dönelim diye bozarlar. Orada da günün gerizekalısı gibi durmamak için götünüzden birkaç şey sallarsınız. Ama sigara içmek için çıkarsınız edersiniz, öf ve pöf bir gün olur o.

Bir de ısrar ederler yahu!
-Aaa katılsana çok faydalı bak, ben de katıldım onlara çok faydasını gördüm.

Ne biçim iş lan o. Haydi herkes ayağa kalksın, bir çember oluşturalım, birbirimize top atalım ve bakalım neler olacak. Bu nasıl hasta bir zihnin ürünüdür ve her fırsatta bir çember oluşturmak istersin ve top atmak istersen birbirine.

Ulan işte verimlilikle çember ve topun ne alakası var? Bunca sene psikoloji eğitimi gördüm, bize bir terapi yöntemi olarak "top ve çember"den bahsetmedilerse bunun tek sorumlusu cani Amerika olabilir ve yeni Mor ve Ötesi single'ında işlenebilir bu konu.


"Haydi herkes buraya gelsin ve bir çember oluşturalım"
-SIRRI ÇÖZÜLEMEDİ.-

Eğitimlerde verilen sertifikalar vardır. OHA NE BAŞARILISIN kağıdı.

Unutmadan, eğitimlerde kurulan samimiyetsiz ilişkileri direkt santrfor yaparım dandiksporda. Bir günlük samimiyetten öpüşerek ayrılır insanlar milletvekilleri gibi. Aa kesin görüşelim valla filan derken arkanızda duman bırakarak kaçarsınız mekandan. TAKSEY! diyerek. Bir de tanıdıklarla karşılaşma durumu var ki, arkadaşını tatilde tanıyacaksın derler ya, yalan. Arkadaşını eğitimde tanıyacaksın. Yüzündeki heves, gerzek skalasında nereye oturuyor bir bakacaksın. O eğitmeni dinler gibi hiç seni dinlemiş mi hayatında, bir ona bakacaksın.

İşte böyle. Nerede bir eğitim, orada direkt Arka Sıradakiler'e bağlarım.

Ayılar

Ayıları ne kadar sevdiğimi hep söyledim.
Ayı dedim, sevdim dedim.
Sevdiğim ayıları dizeledim.
Yenileri eklendi listeye.


Grizzly ayısı severim.
Deniz ayısı severim.
Bir ayı olarak kendimi de severim.

Ayılık sevmem ama. Ayı severim.
Nadir de olsa bazen ayılık da severim. Ayısından ötürü.

Ayıya dayı demem.
Ayıya ayı derim.
Dayıya aydın derim.


Bence ayıları dansettirmek çok ayıp.
Dansöz dediğin kıvırmasını bilecek.
Dansözlere ayıp.
Yalan söyledim.
Tabii ki ayılara ayıp.
Binlerce dansöz var.
Ama ayıların nesli tükenebilir.
O zaman tüm ayılar olarak birleşelim.


Detroit'in bağrından nene hatun vokali ve cayır cayır gitarıyla.

Jack White'ı ne kadar sevdiğimi bilen bilir. Hatta kendisinin bir fotoğrafını bulup benim bir vesikalığımla yanyana koyup "abim" demişliğim de vardır. Kendisini sırasıyla White Stripes, Raconteurs ve şimdi de Dead Weather'la anarım. Bir tek Raconteurs'ü canlı izleme şansına eriştim, ondan sonra da dadandım tabii ki Broken Boy Soldier'a.
Neyse, Jack White'a saygılarımla kapsamında sevdiğim birkaç videoyu paylaşmak isterim bu vesileyle:


- Treat me like your mother - The Dead Weather



- "Who says you need to buy a guitar?"- It might get loud



- Blue Veins - The Raconteurs



- Under Great White Northern Lights Trailer



- Conquista (İspanyolca Conquest) - The White Stripes



Aslında daha ne video'lar var paylaşılası, ama sansürspor buna izin vermiyor. Ayrıca Jack White'ın bir takım filmlerde bulunduğu sahneleri de koymak isterdim ama yine youtube'daki enayilik.
O filmler; biri Meg White'la birlikte bulunduğu Jim Jarmusch'un Coffee&Cigarettes, diğeri de Walk Hard: The Dewey Cox Story, Elvis rolünde. Kral yani. Kralı gelse diyor. İsterseniz izleyin.





08 Haziran 2010

Handsome Men's Club

Gökhan Yücel paylaştı, Ali Bozkurt bilgisayarında göstermeye çalıştı ama sesi açmayı unuttuğu için olmadı, sonra yine Gökhan Yücel gösterdi. Ve hepimiz güldük.
İşte Handsome Men's Club.

Bir yakışıklılar geçidi.


Ratatat'ın LP4'ü üzerine bir güzelleme yazmak isterdim ama...

Malesef yazdıklarım yüzeysel zırvalamaların ötesine geçmeyecek. O yüzden ben diyim "Şogüzel", siz deyin "Valla şogüzel.

Hadi bakalım. Yüksek sesle dinleyelim. Ajanstaki yeni ve memnuniyetsiz ifadeli kadın kişi gelsin kızsın sonra, "Müziğin sesini kısar mısınız?" desin. Siz de bütün gün arkasından konuşun. O kadar da sahiplendik bu albümü, hanicesine. Örnek için;

07 Haziran 2010

Çiftleşin artık be.

Sizin mahalledeki kediler nasıl?
Bendekiler orgy halinde mütemadiyen. Gece 12'den sabahlara kadar etinden et kopartılıyorcasına bağıranlar var bir de, onlarla sevişmiyor sanırım kimse. Onlar da tepkilerini "NEWYOOORK! IOWAAAA!" şeklinde koyuyorlar tüm mahalleye. Arada gelip bir kedi sataşıyor, beğenmiyorlar mıdır nedir, iki tokat çarpıyorlar sanırım, 10 saniye sustuktan sonra inceden bir "wyomiiing" sesi geliyor çocuktan.

Bir verin de rahatlayın anacım. Çeneye vurmasın.

02 Haziran 2010

Kanayan yaramız: Twitter mı, Blogger mı?

Haydi bu başlığa uygun en klişe girişi bulmaya çalışalım...

Take 1: Twitter çıktı, mertlik bozuldu...

Take 2: Eskiden buralar dutluktu.

Take 3: Bloglar çiçek gibidir, su ister.


İşte Blogging aktivitesi ile ilgili sorun burada. Sadede gelene kadar yardırmak. Ve birçok zaman da bu yardırmalar keyifsizdir, yazmaya yeni başlamışken yazınızın ne kadar sikko olduğunu farkedersiniz ve taslaklarınızı süsler o giriş metni. Dönüp dönüp bakarsınız, kurtarılabilir mi acaba diye bir umutla açarsınız ama nafile. Silmeye de kıyamazsınız. Geçmişin kara sayfasıdır. İstenmeyen üvey evlattır adeta.


Blog'la ilgili sorunum buydu. Gelelim Twitter'a.

Holey! Günlerdir beklediğiniz ve midenizde neredeyse kelebekler uçuşmasını sağlayacak dizi finalini izlemektesinizdir ama yaratıcı kamçı veyahut parodi arzusu veyahut smart-ass olma tutkusu önce ruhunuzu, sonra bedeninizi ele geçirir. Önce size en yakın mobil aygıttan (benim durumumda bu bir aytek) o "çok gomikh" şeyi yazmaya girişirsiniz ama aytekte copy paste de zor, ergonomisinde 10 parmağa izin yok, klavye gibi değil ki yavrum. Başlarsınız yazmaya. Bir anda home'da da mesajlarınız dikey menemen testisi gibi hizalanmış olur. Utanmadan, ayı gibi yazmışsınızdır. Büyük ihtimalle sıralamanızı görenler arkanızdan konuşuyor. Onların "home"'unun halısının ortasına sıçmışınız gibi. İşte bu kez de sizi sarıp sarmalayan şey: Twitter utancı.

Hiçbirimiz mükemmel değiliz. We are the world.