19 Aralık 2008

Tina Fey Superstar


Çok iyisin kadın...

15 Aralık 2008

Bugün The Big Lebowski'nin 3929. gündönümü

Haydi bu kutsal günü The Big Lebowski'den en sevdiğimiz replikleri kendimizce Türkçeye çevirerek kutlayalım.

(Heehey! Gimliii)

Herkes en sevdiği repliği yazsın, sonra bu replikleri toplayayım ben, bir şiir kitabı olarak derleyeyim, sonra Pelin Batu kâfiyelerin yerinde olmasına özen göstersin, Bedri Baykam illüstrasyonları üstlensin, Tom Cruise da dinen bir mahsuru var mıdır onu araştırsın.


Yaptığımız bu eklektik çalışmayı Bienal'de sergileyelim.


Biliyorsunuz, tanıdıklarım var...

Örnek:
Sometimes you eat the bar and sometimes the bar, wal, he eats you.
Bazen gofreti sen yersin, duva(r), bazen de gofret seni yer.

Digiturk insanlara gizli gizli işkence etmekten hoşlanan bir piç kurusudur.

Bu sene kâr edeme Digiturk.

Bayram hediyesi diye sinema ve diğer zırt pırt kanalları açtın, sonra Pirates of the Carribean'ı izleyen 10 kişiyi filmin son 10 dakikasında illet ettin.

Ben izledim, biliyorum, izlemeyen arkadaşlarıma izlettirmekti amacım.

Dile kolay, 3 saat...
(Boşanmış çiftler bunu söyler hep; dile kolay 5 sene- 10 sene- 20 sene)

3 saatin sonuna gelindi, hatta en klişe bölümler dahi izlendi, şu dünyanın en kötü evlenme sahnesi, hani evliliğe karşı kusmalı koşullanma gerçekleştiren sahne. İnan o arkadaşlar o sahnelerde bile şikayet etmedi, mızmızlanmadı. Hatta bazı sahnelerde ağız dolusu güldüklerine şahit oldum. Jerry Brükheimer'casına böbürlendim, işteea ben size şu bayramın son günlerinde sıkıcı film izletir miyim gibi.

Filan feşmekan. Sen film, son on dakikada zart diye kesil. Üyeliğiniz bunu kapsamamaktadır vesaire. Bayramın bir kısmının içine ettin.

Üzüm var?

05 Aralık 2008

Dizi genellemeleri vol I.

House MD:

Yanlış... Yanlış... Yanlış... A o da nesi? Cekpot!

The O.C.:

Uyan.
Kahve mutlaka.
Sandy ve Kristen; espriler şakalar, Ryan ve Seth; espriler şakalar.
Parti organizasyonu.
Partide kavga.
Kavgada üzülen kızlar.
Eve dönüş.
Sandy'den babacan bir hayat dersi.

Gossip Girl:

-Brooklyn'liler bitli ve fakir insanlardır.
Upper East Siders

- Ama ben bohemiiim.
Serena van der Voodsen

- Ben de rakçıyım.
Rufus Humphrey

- Param çok, pipim yok, ziyanı var.
Chuck Bass

-Egzo egzo.


25 Kasım 2008

Dünyadan bir akşamüstü

Günlerden bir gün Ted Mosby bir hata sonucunda kendisini Central Perk'te otururken bulur.
Ortama adapte olmak adına bir Americano içebilmek için garsonu çağırır.
Garson; Sarah Connor'dır. "İçine bir de espresso shot koyim mi?" der.
"Koy anasını satim" der Ted.
Bu esnada sokakta yanlışlıkla bir at kakasına basan Carrie Bradshaw tuvaleti kullanmak üzere mekana girer.
Bileğini burkmuş olduğunu görürüz, fakat daha şanslı olamazdı.
Gregory House, Ted'in çaprazındaki çift kişilik masada kendi konuşmasını kaydetmektedir.
Carrie Bradshaw olabildiğince yavşak bir ses tonuyla konuşur:
"Doktar Hoos, bileğimi burktum ama asıl canımı sıkan tezek kokan Manolo'larım"
House, Carrie'ye bir göz atar,
"Manolo aslında özünde Han Solo'yu barındırır" der.
Carrie aval aval bakmayı sürdürür.
Bu esnada Ted hala kahvesini içememektedir.
Sarah'ya seslenir:
"Nerde kaldı Americano'm? Kolombiya'da tanıdıklarım var, daha hızlı halledebiliriz" diye kötü bir espri yapmayı da ihmal etmez.
Sarah Connor da "Ben robot kullanmıyorum, prensiplerime aykırı, suyun kaynamasını bekliyorum" der.
Ted duyduklarına inanamaz. Aman tanrısı, prensipleri olan güzel bir kadın, daha iyisi olabilir miydisi.
Hemen oracıkta evlenme teklifi eder.

Aslında siz de ben de biliyoruz ki Ted'in birine evlenme teklifi ederken aradığı iki kriter var:
Kadın olsun, bir de kalbi atsın.

21 Kasım 2008

Ayıları severim

Ayıları severim.
Ayılar ki renk renk, boyut boyut, sevimlilikte kademe kademe.
Bazısının tüyleri uzun, bazısının kısa.
Bazısı göbek bile atabilirken
Bazısı röarlar sadece.

Boz ayısı var, kutup ayısı var.
Mesela boz ayı kutuplarda çıkmaz karşına.
Kutup ayısı da adalarda çıkmaz karşına.
Bir tek Lost'ta çıkabilir.
O da doğaüstü olduğundan.

Ayılar çeşit çeşit girdi hayatımıza.
Coca Cola'nın ayıları, Greenpeace'in ayıları.
Winnie ayısı, Claire ayısı.

Ayılar öyle enteresan varlıklar ki,
Her günün bir ayısı olmalı.

15 Kasım 2008

Proje: Hayat

Anne-baba önderliğinde gerçekleşecek olan proje, dünyaya yepyeni bir çehre ekleyerek, sanki az olan nüfusu, +1 şeklinde etkileyecek. Hayatta adeta tek eksik olan bir kişi daha felsefesinden yola çıkan Hayat, haddini istemeden aşması sebebiyle olumsuz tepki topluyor. Her yıl daha da ilgi çekici hale gelmesiyle sürdürülmesi beklenen proje, farklı disiplinlerden beslenmesi ve evrensel geribildirimleriyle katılımı yüreklendiriyor.

Dünyalıların hayatına büyük renk katacak bu projeyle birlikte, hayatın mücadele alanındaki becerisi bir kez daha gözler önüne serilmiş olacak. Ne münasebetle tavrını yıllar boyu korumayı öngören ve ölümle sonlanmayı bekleyen Hayat, daha önce hiç yapılmamış olma niteliğini taşıyor.

Hayat.

H for hastaneye gitme sıklığı.
A for az kaldı düşüyordum.
Y for yastık seçimi.
A for artı bir.
T for takım elbise giymek ya da giymemek.


Selami diyor ki; hayat ancak bir kez katlanılacak kadar...

Hayatı kabullenme ve algılama biçimi, ölümü algılama biçimiyle nerdeyse aynı olabilir.
Bana anlamsız gelen teori, ölümü kabul etme aşamasının en önemli noktasının güzel bir hayat yaşamış olma ve tatmin olma duygusu gerekliliği.
Güzel bir hayatsa bir devam filmi istiyor insan.
Kötüyse de baştan yazıp çizmek lazım.

Burada görüldüğü gibi iki aparkatla hayata dair bilinen zavallı bir olumlu gerçeklik yıkıldı.

Demek ki nedir? Biraz diyalektik düşünmekte sakınca yoktur.

14 Kasım 2008

Çirkinleşebiliyorum

Hiç hazzetmediğim insanlar oldu. İçlerinden bir tanesi tam anlamıyla "Islat döv-kurut döv" eyleminin karşılığıydı. Düşündüm taşındım, "what the fuck is your problem" analizi yaptım. Tümevardım, sonra tümden bir kez daha geldim. Vardığım sonuç;
Terbiyesizlik meme yapmış sizde hanfendü. Zımpara atmak lazım.

09 Kasım 2008

How to lose friends & alienate people

Bir süredir ıkım ıkım izlemeyi beklediğim filmi dün nihayet izleyebildim.

İngiltere'de muhabirlik yaparken Amerika'nın ünlü magazin dergisi Sharps'tan teklif alan Sydney Young (Simon Pegg - Shaun of the Dead), New York'a gider ve olaylar gelişir.



Sivri dilli, "edgy" karakteriyle magazin dünyasında tutunmayı pek beceremeyen Sydney, bu dünyayla bir süre mücadele ettikten sonra Andy Warhol'un dediği gibi "If you can't beat it, join it" mottosunu benimsemeye karar verir ve tabii ki hızla yükselir. (Adamda zaten zeka üst seviyede, tek yapması gereken biraz kıç yalamakmış kısacası). Bu arada Transformers'daki göbeğinden tanıdığımız Megan Fox, Sydney için "objet petit a" olmuşken, Kirsten Dunst ise çürümenin içindeki sağduyunun sesine en yakın karakterdir.



Tüm bu teklif, tayin, Amerika macerasının sorumlusu Sharps'ın patronu Jeff Bridges'tır ki, o da zamanında Sydney gibi, celebrity partilerine davet edilmemesine bir dur demek için bu işe girmiştir. Ama Sydney'nin eski aktris annesi, felsefe yazarı babası ve bir de kendisinin felsefe yüksek lisansı ve bunun gibi magazinciliğe ters faktörlerden ötürü, Sydney yozlaşmaya kendini teslim ederken bolca sıkıntı olur.



Eğlenceli, "içinizi ısıtan sıcacık bir film!!!" gibi cümlelerle anılacak olsa bile filmden bir replik var ki sadece onu paylaşabilmek için bu kadar yazı yazdım:

"A free press is the last defence against the Tyranny of Stupidity.”

31 Ekim 2008

Bir kitabı böyle okumaya çalışmak

Ön bilgi: Nihai amaç, Oğlak Yayıncılık'a giydirmek olmasa da, ikinci kez "Haydi bu kez!" diye paye vererek başladığım İlahi Komedya aşağıdaki örnekte göreceğiniz bu ve bunun gibi açıklamalarla dolu. Kontus'un kim olduğunu açıklamak iyi bir fikir evet, ama her usta dediğinde altta Vergilius'u görmek, Beatrice'e gittiğini bile bile her göndermede Beatrice'i yazılı olarak görmek GEREKSİZ OLMUŞ. (bkz. gerizekalı muamelesi) Açıklamaları görmeden okuyayım deyince özel isimlerden bir bok anlamadan öteki sayfaya gitmek esere haksızlık oluyor. Anlaşılmıyor da o şekilde zaten. Sadece Kontus kimmiş ona bakim deyince de diğerlerine ister istemez gözün kayıyor. Konsantrasyonu bozuyor. Eeeah.

Ve daha bunun Cehennem'i bitecek, Araf'ı var bir de Cennet tabii.
Ama her şeye rağmen, tüm bu yapılanlara rağmen gözlerim uykudan kapanana kadar okurum, baş tacım yaparım İlahi Komedya'yı. İhtiyaç duydukları fantastik heyecanı hala Dan Brown'da arayanları da buradan kınıyorum.



İlahi Komedya'da olmayan ama olsa abes kaçmayacak bir kanto:

1Her şeyi bilen iyi yürekli ustam dedi ki
"Şu koca ağızlı iğrenç canavarın yanına git
Konuş, tanıyorsun onu belki de."

4Ustamın dediğine uydum, yüzü tanıdık geldi canavarın
"Ey acılar içinde kıvranan canavar,
Ölümlü hayatında ne yaptın da şimdi bu haldesin?"

7"Ben Kontus, yaptıklarımı çekiyorum şimdi
Ayaklarım alevler, yüzüm gözüm pislik içinde
Sen buradan değilsin, ayakların iz bırakıyor"

11Bilge ustam hemen söze girdi
"Öbür taraftan çağıranı var onun
Dünyada daha işi bitmedi"

1: Her şeyi bilen iyi yürekli usta: Vergilius
2: Koca ağızlı iğrenç canavar: Kontus
7: Kontus 14. yüzyılda Floransa'da yaşayan tefeci-tüfeci bir kont. Kardeşinin karısıyla yatmıştır.
12: Öbür taraf: Cennet
12: Beatrice
13: Dante henüz ölmemiştir.

20 Ekim 2008

Ben böyle rezillik görmedim.

Bize sormadan evimizin kapı numarasını değiştirmişler, sonra Domino's Pizza'ya "30 dakikayı geçtiniz, para vermiyoruz" artistliği yapıyoruz haybeye.

14 Ekim 2008

Bugün hiç komik değilim

Evet değilim.
Ve bir şey gördüm ki bu işler Queen dinleyerek de olmuyor.

nak nak? Who's that.
- ataol behramoğlu

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var!

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var.
Ne kadar üşenirsen üşen gireceksin banyoya.
Yarın sabah girerim dememelisin
Yoksa ertesi gün yağlı saçlarla merhaba dersin bir çiçeğe.

İnsan saatlerce bakabilir monitöre.
Bilgisayarın karşısına oturunca sandalyeni aşağı hizaya çekecesin.
...Ve yukarı bakacaksın.
Boyun fıtığı olmak istemiyorsan.

Aç karnına havuza girmeyeceksin.
Girdiysen, hızlı yüzmeyeceksin.
Titrersin sonra yeni doğmuş bir ceylanmışçasına.

Yemek yedin mi bulaşıkları hemen toplayacaksın.
Yeni bir yaşam formu oluşmasını istemiyorsan.
İnsan günlerce unutabilir o tencereyi.
Yediğin anda makineye koyacaksın, ezgilerle dolarcasına.

İnsan yaşadı mı çamaşırlarını makinede unutmamalı.
Tertipli olmalı, olamazsa da sevgilisi olmalı.
Sevgilisi de olamıyorsa surat yaparak yola getirilmeli...
Sevgilin ne kadar karşı koyarsa eğitmek özlemiyle dolmalısın.

Büyüklerini aramalısın haftada bir kez.
Yarın ararım deyip ertelersen aramazsın.
Aramadıkça da arayamazsın.
Böyle yıllar süren bir vicdan azabı olur.
Zümrüt bir denizden bir kayaya atlarcasına.

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var.
Sevgilinin yanında bir kere bile gaz çıkarmayacaksın.
Başta pek münasebetsiz gelmez onlar, ama çıkarmayacaksın!
Gazınla gurur duymayacaksın.
Gurur duyacağın insan olacaksın.
Çünkü hayat, sunulmuş bir armağandır insana.

06 Ekim 2008

Art niyetli çocuğun sıkıcı maceraları II

Art niyetli çocuk romantik bir tatil için ilk kez Paris'e gider.
Romantik dönem eserlerini takip eder Louvre'da kendisiyle başbaşa bir vaziyette.
(Hastir sana art niyetli çocuk)
Louvre'u dört günde gezer.
Her eserin karşısında adeta öküz trene bakarcıklıdır.
Dört gününü Louvre'da geçirdiği için d'Orsay'e gidemez.
Hatta Champs Elysees'ye de gidemez.
Ne Champs Elysees'i, Eiffel kulesini uzaktan göremez çünkü miyopunun numarası artmıştır Louvre'da sanat eseri izlemekten; tam bir hıyarsın a.n.ç.-şair
Tü sana art niyetli çocuk.
Kültür turizminden bir sen anladın, sen de yanlış anladın.

23 Eylül 2008

Art niyetli çocuğun sıkıcı maceraları

Art niyetli çocuk tatil için Amsterdam'a gider.
Vize alır, Corendon'la gider.
Pişman olur, Corendon'da su bile çoktur ona.

Art niyetli çocuk Amsterdam'da gezer de gezer.
Rijskmuseum gezer.
Rembrandt Museum gezer.
Diamant Museum gezer.
Van Gogh Museum gezer.
Madam Tussaud'yu da gezer.
Sadece bunları gezer ama.

Art niyetli çocuk tatmin olmuş şekilde İstanbul'a döner de döner.
Döner.
Döner yemez art niyetli çocuk.
Yerdi belki Rembrandt çizmiş olsa.

Ne de olsa art niyetli çocuğun tek bir niyeti var.

16 Eylül 2008

akaycan (3 okuyucumun özet hali)

frontpage hit counter'ıma bakıp sevinmemin üzerinden bir kaç gün geçmemişti ki, sevgili Aycan blog'umun görünür popülerliğini artırmak için ardarda bir kaç kere "refresh" ettiğini açıkladı.

Kendi kendime gelin güvey mi oluyordum?
Yoksa blog'um asla "gezme blogu", "gurme blogu", ya da "hipster blogu" kategorileri kadar sevilmeyecek miydi?

Bu sorular kafamda Björk'ün son albümünün adını atarlarken (hipster notlar) aslında ne kadar yersiz düşündüğümü farkettim.

Blog'umu düzenli olarak kim okuyor bilmiyorum. Bir yorumlarından ötürü Aycan okuyor onu biliyorum. Bir de symbiote bir hayat sürdüğümüz için Akay okuyor, onu biliyorum. Bir de bir kaç ay boyunca ajansta yanımda oturduğu için istemsiz olarak blog'umu sevmeye başlayan Can okuyor, onu biliyorum.

Öyleyse Akay, Aycan ve Can (grup kursanıza siz) ;
Sizin için yazıyorum!

04 Eylül 2008

Mory Kante - Yeke Yeke (elini yıkasan)

Aşağıda el emeği göz nuru Yeke Yeke'nin sözlerini bulacaksınız. Hepimizin çocukluk yıllarının bir numaralı kahramanı olmasa da Mory Kante, bildiğimiz bir karakter oldu bir şekilde. Onu ciddiye aldık da mı o hit şarkısı "Yeke Yeke"'yi sevdik, yoksa aslında pek de sevmediğimiz, ama zorunluluklardan ötürü bir arada olduğumuz arkadaşımız ortamı soğutacak bir şey söylediğinde buzları kıracak olan insan kahkahası mı attık, göbeğimizi zıplata zıplata.

Öneri:
Hemen şarkıyı aç grooveshark'tan.
Ve hem dinle hem söyle!

Hitsun turun nennünkiya eeeaaaa

Hitsun turun nennünkiya eeeaaaa

Yimayimayelo

Temantilo yaayayo

Lambalodika kam falaniya naa salani yaa

Yek yek yeemuaa yeke yeke

Yek yek yeemua yeke yeke

Hikkun bünun nennünkiya eeeaaaa

Hikkun bünun nennünkiya eeeaaaa

Yimayimayelo

Hanandila naararo

Lambalodolahi kisenibe velasihalihaa

Yek yek yeemuaa yeke yeke

Yek yek yeemua yeke yeke

Kevolilla len na diri kizeke kevolilla le

He! He!

Kevolilla len na diri kizeke kevolilla le

He! He!

Hampillavvan hanini kazikan çeva havilla

Heenikason! (elini yıkasan)

Unayenta yerason kono mi matanyu ki

Vaanantasaan kenena!

Keni muninani yanini tima mani hulugunda tamaay katiyya

Aaatahaniya!

Yek yek yeemuaa yeke yeke

Enimuçimattavarvaro!

Yek yek yeemua yeke yeke

Amon fila sila yo!

27 Ağustos 2008

Episode I (Tek paragraflık edebi eser)

Kurumsal dünyada yine işler ters gidiyordu. Cemil, maaş bordrosunu bulamadı. Ve işin kötüsü Kamçatka’da gerçekleşecek çekim için vize alması gerekiyordu; vize için de maaş bordrosu. Hemen arkadaşı Candın’ı aradı, borç istedi. Candın adının Candın olmasından ötürü ezik bir hayat sürüyordu; işsizdi. Sonra 3-4 telefon görüşmesi daha yaptı açıkça pek sevilmiyordu ki çaldığı bütün kapılar yüzüne kapandı, aklına tek bir çıkış yolu gelmişti. Ve bu hayatta olabilecek en zekice fikirdi: Ama adam akıllı düşününce ondan da vazgeçti. Çünkü fikri şuydu: en sevdiği Homer Simpson aksiyon figürünü satmak. Kahramanımız Cemil spontan bir insan olduğu için o güzelim figürü ebay veya amazon’da satmayacaktı elbette. Bunun için Çukurcuma’daki bit pazarına gitti, nitekim polis ondan önce davranmıştı ve bütün pazarı toplatmıştı. Ama Cemil Türk ya, hemen aklına yeni bir fikir geldi; kendi pazar tezgahını açmak ve de Homer’ı Çukurcuma ahalisine elden satmak. O güzel Pazar sabahı evinden çıkıp şöyle güzel bir yürüş yapmak isteyen Sinem, kapısının önündeki Cemil’i gördü, şaşırdı, haftalardır ebay de biding biding takip ettiği Homer figürü Cemil’in ellerinin arasındaydı. Tam para alışverişini gerçekleştirirken Komser Emiz olaya el koydu. Elleri sabah yediği fish and chips’den bayağı yağlıydı. Emiz o yağlı elleriyle Sinem’e bir tokat patlattı, bunu gören Cemil bir catfight başlayacak diye tam sevinirken kendi yüzünde patlayan tokadın ne zaman geldiğini anlayamadı bile. Erkekliğine toz kondurmamak amacıyla Emiz’e dayılandı ama nafile, Emiz karate de biliyordu. Sinem’i evine geri yolladı, Cemil’i 5 vuruşluk tasma hareketiyle kelepçeledi ve karakolun yolunu tuttular. Bu arada Candın Cemil’in akıbetini merak edip durdu. Sonra yürümeye devam etti. Candın ne kadar gerzekse, Cemil o kadar Türk olduğu için yol boyunca kelepçeden kurtulmaya çalıştıysa da Komser Emiz ve Başbuğ Mehmet Cemil’i domine ediyorlardı. Domine bir halde baş komserin masasındaki gül desenli çaydanlığa bakarken “ulan neler oluyor ben nerdeyim lan” diye iç geçiriyordu, derken ensesine esaslı bir şaplak yedi. Şaplağı yediren Emiz’den başkası olamazdı; fakat bunu gören baş komser de Emiz’in karnına tekmeyi koydu. Birden ortam street figher 2 havasına bürünmüştü, oysa ki Cemil daha çok Mortal kombat insanıydı. Baş komser ortamın mr. Bizon’u olduğundan “eöh” diyerek Cemil ve Emiz’i hücreye gönderdi ve “Alın bakalım, madem anlaşamıyorsunuz, anlaşmayı öğrenim, tek bir telefon hakkınız var, birlikte karar vermeyi öğrenin, insan olun” diyerek bir nevi Münir Özkül’luk yaptı çocuklara. Cemil annesini, Emiz Mangal Keyfi’ni aradı. Ama tek bir telefon hakları vardı. Peki bu hikaye nasıl mümkün oldu: Cemil’in annesi Mangal Keyfi’ndeydi. Emiz de Mangal Keyfi’ni annesine ulaşmak için aramıştı. Yoksa kardeşler miydilerkiler? Değildi tabii ki, Emiz’in babası Cemil’in annesini düdüklüyordu. Bu kara gün boyunca hayattan ardı ardına darbeler yiğen Cemil artık yalama olmuştu ve “s**tr et artık” diyip hücresine sokuldu. Son olaylar karşısında Cemil’in yalama konusunda artan başarısını gören Emiz, Cemil’e yeni bir kariyer önerdi. Para konusunda başı bir hayli sıkışık olan Cemil her fırsatı değerlendirmenin akıllıca olacağını düşündüğünden Emiz isimli bu toy delikanlıya bir kulak verdi, ve dersler başladı, hücrede geçen zorlu 3 aydan sonra Cemil artık bir Yalama Padawanıydı. Üstünde her gün dilli Rolling Stones t-shirt’üne rastlayabilirdiniz. Kamçatka hayaline artık çok yaklaştığını hisseden Cemil, kendi için koyduğu hedefleri bir bir gerçekleştiriyordu, sırada şu vardı: İlk görüşte aşık olduğu Sinem’e Kamçatka’ya birlikte yerleşme teklifi etmek. Otel rezervasyonlarını yaptırdı, uçak biletlerini ayarladı, bavulları topladı hatta yol için küçük sandviçler bile hazırladı. Köşedeki çiçekçiden bir düzine gül aldı, o hiç kullanmadığı takım elbisesini giyip Çukurcuma’nın yolunu tuttu. Allahtan Sinem’in evini unutmamıştı, kapıcıya sordu, Sinem’i tarif etti, “bengş numarang” dedi kapıcı. Cemil kalbi pıt pıt atarak kapıyı çaldı. Kapıyı Sinem’in ev arkadaşı Melisa açtı, Melisa 20 lerinde gayet alımlı esmer yeşil gözlü iktisat okuyan bir kızdı, yüzünden iktisatçı olduğu hemen anlaşılıyordu, Cemil Sinem’i aradığını ona çok önemli bir şey söylemek istediğini anlattı. Bir iktisatçı beynine sahip olan Melisa hemen “Sinem benim. Bir dizi estetik operasyondan sonra taş gibiyim” dedi. Fakat Cemil Sinem’i eski haliyle sevmekteydi. Eski ezik hayatına sıkı bir geri dönüş yapan Cemil, telefona sarıldığı gibi Candın’ı aradı, Candın ıspanak yiyordu. MMMh ıspanağı çok severim dedi naratör. Cemil’in naratörle arası da hiç iyi değildi, 4 yıl önceki bowling maçından sonra yıldızları bir türlü barışmamıştı. Naratör hemen yan apartmanda oturan Cemil’e binbir türlü eşşeklik yapmayı kendine görev edinmişti, her gün hiç sıkılmadan espriler şakalar ve de yeri geldiğinde taşı gediğine oturtan türden hayat dersleri verdi Cemil’e her fırsatta. Cemil, Candın’la Kanyon’daki numm numm restaurantta buluştu, beraberce çok hoş bir yemek yediler, arkalarındaki masada oturan Naratör kola içiyordu. Naratör doğuştan gelen bir Hulk fiziğine sahip olsa da aslında kalbi biraz acımıştı çünkü en sevdiği dostu Cemil’i Candın’a kaptırırsa yandıydı, öyle miydi, yoksa sadece şirretten ötürü mü kıskanıyordu. Candın, Cemil’in Kamçatka planını duyunca çok şaşırdı, hemen kabul etti, Naratör şimdi ıspanaklı bir hint yemeği siparişi vermişti. “Cemil’in de Candın’ın da ta amına koim” diyerek ıspanağın içine müshil koydu ve oturup bir güzel yedi onu. Çok hoş oldu. Her taraf bok içindeydi, ama birden bu bokların içinden bir kuğu göründü, hulk fiziğinden eser kalmayan naratör, tabir-i caizse “yeme de yanında yat” modelli bir donanıma sahipti her türlü. Kamçatka’ya giden ilk uçağa atlayan Cemil ve Candın ikilisini unutup kendisini kuantum fiziğine veren Naratör, karşı komşusu Hayri Amca’ya dışseslik yapmaya başladı, Hayri Amca, emekli bir tır şöförüydü ve bir hayli neşeli bir mizaca sahipti. Ama Cemil’den gelen mektuplar naratörün keyfinin içine sıçıyordu. Çünkü Cemil Kamçatka Otomotiv’in figüranı olmuştu ve Kamşatka adlı otomobilin ambient çalışmalarına destek amaçlı kamçatka meydanında elinde bir adet tampon ile gün boyu gelen geçene “abi bir kez versene” diyordu Türkçe. Bir allahın kulunun (yada buddha’nın) türkçe bilmediği bu garip memlekette insanlar Cemil’e bakıp “herhalde çok yalnız bir adam olmalı baksana çarpıştığı arabanın tamponuyla geziyor” diyorlardı, Kamçatka kamuoyunun genel görüşü bu yöndeydi. Ama yine de kendi alanında belirli bir başarıyı yakalamıştı, bu yüzden naratör Kamçatka pazarına gururla Renault markasını sokmaya yemin etti. Ve teklifi John Renault’a götürdü. İngiliz asıllı bir Fransız olan Fohn bütün dünyaya hükmetme isteğinde olan meni globalistten biriydi ve bu fikiri hemen benimsedi “lö nays” dedi. Meni kelimesi karşısında dehşete düşen Türk tabipler birliği olaya el koydu ve yazarlardan birine yazdığı şeyin Türk doktorlarının haysiyetini ne denli zedeleyebileceğini anlatmaya çalıştı ama yazarlardan biri anlamamaya yemin etmiş gibiydi, bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyordu. Bir tek yazarlardan diğeri ona anlayış gösteriyor ve zevkle husumet kuruyordu, çünkü aslında özünde iyi bir insandı yazarlardan biri yazarlardan diğerinin gözünde. Kültür karmaşasının kurbanı olan yazarlardan biri kendini toparlamak için haftasonu evine çekildi sadece akira kurosawa filmleri izlemek istiyordu. “kaybedilmiş bir savaş” dedi yazarlardan diğeri. Bir sigara içmek üzere hayatı terketti.

To be continued.

22 Ağustos 2008

Yedek Plan

- A-a. O ne iş yapıyordu?
- New York’da down sendromlu insanları gezdiren bir tur şirketinde rehberlik. 3 gün gez, 10 gün yat. 3 gün gez, 10 gün yat.
- Iıhh...
- Deli misin? Dünyanın en mükemmel işi.
- Öyle değil. Hep yatacak bir iş bulmak lazım.
- Ha mesela yemeksepeti.com gibi. Bir kere bulacaksın öyle bir şey, ömür boyu parasını yiyeceksin.
- Evet mesela, futbol kulüplerine marş besteleyeceksin, ya da tezahürat. Giriyorsun liverpoolfc dat kom, atıyorsun mail’ını info@liverpoolfc.com'a , hello, I have made a song for your club, goes like this, you can download the attachment, please contact us, good day, good night, good luck, good game by the way.
- Asıl bir publishing şirketi bulacaksın. Adama gideceksin böyle böyle, ben Zambiya milli takımına bir marş besteledim. Adam sana diyecek, tamam, ben kaynaklarımı kullanarak bunu Zambiya milli takımına sunacağım, ama kabul edilirse anlaşmadan alacağın paranın % 50’sini alırım. Daha sonra gelecek gelirlerin de yüzde 50’si benim var mısın. Sen de tamam diyeceksin, belki mail atıp alacağın paradan daha azını alacaksın ama yine yaşatacak o seni.
- Peki, adam sana, sing your song, sing it, derse?
- İşte zambiya milletim devletim, ne yücesin sen zambiya.
- Hayır canım şarkı gibi söyle, yaratıcı adamsın, doğaçlama yap.
- Zaaambiya, zambi zambi zambi yaaa, zambiiya...
- Şöyle de olabilir, zambi bibibibi, zam zam bibibibi yyaa....

19 Ağustos 2008

Koyunun olmadığı yerde

Keçiye Abdurrahman Çelebi derler.

11 Ağustos 2008

I'm super! Thanks for asking.


Bombs are flying
People are dying
Children are crying
Politicians are lying too.
Cancer is killing
Texaco's spilling
The whole world's gone to hell
But how are you?

I'm super! Thanks for asking
All things considered
I couldn't be better I must say
I'm feeling super
No, nothing bugs me
Everything is super when you're
Don't you think I look cute in this hat?

I'm so sorry Mr. Cripple
But I just can't feel too bad for you right now.
Because I'm feeling so insanely super
That even the fact that you can't walk can't bring me down


07 Ağustos 2008

Bir Dedem Korkut Klasiği: Doymakbilmez


A long time ago (lightsaber teknolojisini keşfetmediğimiz kadar eski)
In a galaxy far far away...

Eski zamanlarda bir kız yaşarmış; Nazkız'mış adı. Uzun saçları varmış, rengarenk pırıltılar görürmüşüz saçlarında güneş vurunca. Porselen bebek gibi bir şeymiş Nazkız.
Doğduğunda bile sırma gibi saçları varmış. Anasının çok midesi bulanmış hamileyken, çok! Hatta anası hamileliğinin son aylarında yanaklarına elma çekirdeği koymuş, bundan ötürü Nazkız'ın gamzeleri varmış.

Nazkız el bebek gül bebek büyütülmüş. "A" demiş, annesi memesini dayamış ağzına, "B" demiş babası çalmış balı ağzına. İstekleri bitmezmiş, yaşından beklenmeyen bir iştah ve açgözlülük hüküm sürermiş narin bedeninin içinde.

Nazkız 7 yaşına gelmiş. İyice zıvanadan çıktığını gözlemleyebilmekteymiş herkes; teyzeleri, Sami dayısı, okuldan Mehmet, Süleyman, Fadik ve diğerleri... Hatta Fevzi usta bile demiş ki "There is a disturbance in the force". Anasını babasını uyarmış, hiç mi hiç umurlarında olmamış.

Bir gün anası ve babası Nazkız'ı lunaparka götürmüş. Nazkız da tam hıyar ya, ne görse istiyormuş. "Buba bana balon al" "Aney ben veleybol oynicam" "Bubaaa. Pamıkşeker." Kısacası tam anlamıyla iğrenç bir insan evladı, bu devirde evire çevire dövülecek cinsten.

Derken Nazkız'a bir haller olmaya başlamış. Önce boynundan "kort!" diye bir ses gelmiş, sonra dizinden "kurt!" diye bir ses. Hatta bir an için lunaparkta kate hudson'ı dolaştıran kurt russell kendine seslenildiğini zannetmiş. Yüzü morarmaya başlamış. Sonra ağzı hiç bir şey yiyemesin diye göz gibi bir hal almaya başlamış. Saçları çatallaşmış, gözleri çipilleşmiş. Bir de pis bir koku yerleşmiş üstüne. Sanki şimdiye kadar bütün yediklerini bir anda osurmuş gibi. Başına gelenlerden korkan Nazkız anasına babasına ellerini uzatmış, sarılın bana, sevin beni diye. Kolları bir anda ip olmuş Nazkız'ın. Hiç bir şey tutamasın diye. Bir daha hiç bir şey yiyemeyecek, tutamayacaktı. Ve güzelliğiyle artık hiç bir şey elde edemeyecekti.

Bu da herkese ders olsun.

01 Ağustos 2008

Ağustos 1


Augustus Mısır'ı Roma İmparatorluğu himayesi altına aldı.
Oksijen elementi 3. ve son kez keşfedildi.
İngiltere'de köleliğin sonu geldi.
Almanya I. Dünya Savaşı'nda Rusya'ya savaş ilan etti.
İlk Jeep yapıldı.
Anne Frank son kez "sevgili günlük" dedi.
Hey Jude piyasaya sürüldü.
MTV yayına başladı.
Ünlü komedyen ve lavta virtüözü Deniz Coşkun dünyaya gözlerini açtı.
Güneş tutulması gerçekleşti.
Doğalgaza zam geldi.

31 Temmuz 2008

TO ....

İsim boşluğunu keyfinizce doldurun. İlk Shakespearean şiir denemem. Sanıldığı gibi sevgiliye falan değil, ucu bana da dokunacak bir iş için bir yere gidecek bir arkadaşa yazıldı. Opportunistic bir tavırla. Yağlamak için. Ama asla göndermedik. Şiirimi de yazdığımla kaldım. Ama o iş oldu.

TO (Someone you want it to be)

Thou hast the brightest gleams from the heavens above
We are the greatful ones, to be loved and to love
Thy graceful being, thou art our beloved angel thereof
For smiling on us; the free spirited ones, like a dove.

Alas! For the sense of time we all try to fight
For the not so enduring but the glamorous night
We shall not be kept away from the ethereal flight
Thou art; ...; thou art our evershining light

Life goes on as we inhale eagerly like a cigar
Forsooth we will be glad to have thyself from afar
Days shall be bright as they are much bizarre
For years, for months, for days and for eternity...
...acknown, be not; our immortal celestial star

30 Temmuz 2008

Kara! Para! Mafya! Kumar! İçki! Sigara! Grim Fandango!


Monkey Island severler çok aşinadır Lucas Arts'ın şahanevi adventure oyunlarına.
Gelgelelim ben Monkey Island'cı değilim, fakat içimdeki Grim Fandango aşkı bambaşka.

Grim Fandango, 90'ların yılların ikinci yıllarında piyasaya sürülmüş, hafif kara-mizah bir adventure oyunu.
Manuel (Manny) Calavera oyunun baş kahramanı, dolayısıyla Manny'siniz tüm oyunda.

Oyuna Manny'nin ofisinde başlıyoruz. Bu arada Manny bir iskeletor. Oyundaki iblisler dışındaki diğer tüm karakterler gibi. Manny'nin hikayesi zamanında ölmüş olması ama Department of Dead denilen bir yerde çalışmak zorunda kalması, çalıştığı yerde yeni ölenlere öteki tarafa gidiş paketleri satması. (number 9, tabanvay vs) Bu arada çalıştığı yerde Domino diye bir orospu çocuğu var, sürekli Manny'nin müşterilerine havada atlayan, Manny'nin eski ofisini parsellemiş başka bir iskeletor. Bir de Manny'nin Hector isimli suya sabuna dokunmayan merkez sağcı bir patronu, ve bu patronun da Eva isimli bir sekreteri var.

Günler geçiyor bir gün Mercedes (Meche) diye bir kadın geliyor Manny'ye müşteri olarak. Meche melek gibi bir insan, karınca bile incitmemiş ömründe. Fakat o da nesi, Domino yine bir orospu çocukluğu yapıyor, Manny'nin bilgisayarını bozuyor muhtemelen, ve Meche öteki tarafa en lüks ulaşım aracıyla gideceğine tabanvaya mahkum kalıyor. Bunu öğrenen patron Hector, Manny'nin ağzına sıçıyor. Manny de Meche'ye yazıyor içten içe. O da kendi ağzına sıçıyor "Ben böyle bir hatayı nasıl yaparım, ağzıma tüküreyim" derken efsanevi solcu devrimci kişilik Salvador Limones ile tanışıyor.

Viva la Revolucion!

Bir bakıyoruz Eva da Limones'in örgütünün bir parçası. Manny de hemen katılıyor ve başlıyor macera.

Devamını anlatacaktım ama sağolsun yanımdaki arkadaşım "4 yılı da yazacak mısın?" diye küçümsedi beni. O yüzden yazmayacağım. Oyunu merak ettiyseniz oynayın. Oynamazsanız çok da skimdeydi afedersiniz. Pardon.

28 Temmuz 2008

Queens of the Stone Age feat. Gene Frankle

I've got a fever...
And the only prescription is more cowbell.




Experience it in IMAX... (preferably from the back rows)


Batman'i de en nihayetinde IMAX'te izlemiş bulunduk. Yalnız biraz ön sıralardan almışız bileti, filmin yarısını anlamadık. Hızlı dövüşlerde kim kime vurdu, o yumruk kimde patladı gibi sorulara "zaten" cevap alamadık.
Şimdi gelgelelim film hakkında aklıma takılan bir kaç soruya;
*Bruce Wayne'in Batman kostümü neden diğer Batman'lerden daha abartı bir şekilde burnunu yukarı doğru çekip Batman'i gerçek anlamda "üst-dudaksız" bırakıyor ve s'leri "fıssss" diye telaffuz etmesine sebep oluyor?
*Batman sesini iman gücüyle mi kalınlaştırıyor yoksa Face Off'taki gibi bir ses değiştirme bantı mı yapıştırıyor o esnada boğazına?
*Two-Face neden Night of the Living Dead?
*Joker sürekli neden yalanıyor? Bunun hikayesini de merak ediyorum.
*Bruce Wayne neden partilere asgari 2 random kadınla teşrif ediyor?
*Eric Roberts, nam-ı diğer Julia Roberts'ın erkek kardeşi neden Julia Roberts'a hiç benzemiyor?
...Ve şimdi en önemli soru:
*Batmobil'de süper-hızlı ya da ne bileyim süpersonik moda geçildiğinde neden koltuk yere doğru yatıyor, onun rahat bir pozisyon olduğuna inanmıyorum ben, otomobilin yeriyle yüzleşmek nasıl bir konfor belirtisi olabilir ki? Öyle bir pozisyonun rahat olması için otomobilin yukarı, yani gökyüzüne doğru hareket etmesi gerekmez mi?

18 Temmuz 2008

Paint çalışmalarımdan...


Adamım Michael Scott diyor ki...


"Look, if I was gay, I would be the most flamboyant gay you have ever seen. I would be leading the parade covered in feathers, and just... I would be waving that rainbow flag."

19 Haziran 2008

Hazine Bonosu

Özen Film en kötü esprimi gururla sunar:

11 Haziran 2008

Spore'a kurban.


Maxis'in son bombası diye klişe bir giriş yapmak isterdi gönül. Fakat son mu değil mi emin değilim, o kadar nerd olmadım, olamadım. En azından Maxis'in müstakbel bombası olduğu kesin. Ya da tüm zamanların EN bombası.

Oyun tek kişilik. Aslında hikaye şu: Tek hücreli olarak başladığın hayatına sosyal bir varlık olarak devam edip yıldızlararası maceralara atılıyorsun. Ve işin güzel tarafı -Sims'ten aşina olduğumuz- yaratığın karakterin her bir tarafını manipule edebiliyorsun, istersen diyorsun ki "dur ben bi' tripod olayım"; tripod oluyorsun, diyorsun ki "kıçımda kanat çıksın"; kıçından kanat çıkarıyorsun. Dilediğince evrilip, gevrilip, acımıyorsun mekanlara. Oradan oraya yollara vuruyorsun kendini.

Oyunun Bölümleri:

1. The Cell Phase
2. The Creature Phase
3. The Tribal Phase
4. The Civilization Phase
5. The Space Phase
6... ve son

Kısaca özetlediğimi bakmayın; oyun MASİF. (burda hala şair kime sesleniyor, bilmiyorum)

Bir kere bence oyunun en mental haz özelliği tüm evrimi birey olarak deneyimleyebilmek ve olaylar üzerinde kontrol sahibi olabilmek.




Tanrı modu, evet, ama aslında Darwin modu.

(Bir taşla iki kuş mu vuruyorum ne)

Spore'u 5 Eylül 2008 tarihinden itibaren rahat rahat, yaya yaya PC'lerimizde oynamaya başlayabileceğiz.

Şimdiden "en iyi oyun" "en iyi simülasyon" "en iyi orijinal oyun" gibi bir sürü ödül aldı.

Kımıl kımıl bekleyelim hadi!

04 Haziran 2008

Dönüşüm Oyunu


Zamanında Tibetli rahiplerin içsel yolculuklarında kendilerine yol göstermesi için oynadıkları bir oyundan esinlenerek oluşturulmuş Dönüşüm Oyunu - nam-ı diğer the Transformation Game.


Dönüşüm, bir kaç kişi birlikte oynanabilen, ortalama 4-5 saat süren bir masa oyunu. (Board game'i Türkçeye çevirdim ve masa oyunu demiş bulundum, ayıplamamanızı rica ediyorum)

Oyunun başında kendinize bir hedef seçiyorsunuz. (Hayatımda ilerlememi engelleyen kafa karışıklığımdan kurtulmak istiyorum veya yaratıcılığımın önündeki manileri kaldıracağım gibi)

Oyun boyunca zar atarak, kart çekerek, fiziksel, ruhsal, zihinsel gibi alanlarda gelişiyorsunuz, ediyorsunuz. Bu esnada hedefinizi gerçekleştiriyorsunuz, sezgilerinize güveniyorsunuz, ve en önemlisi; bir nevi strateji belirliyorsunuz hayat için. Gerçek hayat için.

Ayrıntıları ben de anlamadım henüz, oyunu evime götürüp, dışındaki naylon tabakayı yırtıp kendimi koyverdiğimde öğrenebileceğim.

Ha bir de, oyunu güvendiğiniz kişilerle oynayın. Birazcık dürüstlük görüverince hemen salaklayan şahsiyetlerden uzak tutun bu gizli yanlarınızı ortaya koyabilecek oyunu. Siz bilirsiniz kime güvenilir, kime güvenilmez. Gülmeniz gereken yerlerde utanıyor olabilirsiniz yanlış kişilerle oynarsanız. Yapmayın. Benim kulağıma da küpe olsun, yapmayayım. (Sanki blog'u da 70 milyon okuyor ak)

Şimdilik okuduklarıma göre diyebilirim ki "oyundan öte bişi buşi".

(Belki de yıllardır sorduğumuz soruların cevaplarını mı alacaktık ne?!?)

(Yoksa D&R'da sadece 45 YTL miydi ne?!?)
Oyunu oynadıktan sonra:
Dün gece oynadık. Bu arada oyun çok kapsamlıydı, 2 saat nasıl oynanır onu okuduk. 3, 3.5 saat sürdü. Oyunun sonunda aldığım cevap asıl büyük sorumun biraz daha daraltılmış bir haliydi. Yani gerçekten "amaca" bir adım daha yaklaştım. Ve şunu anladım ki, şu anda daha spesifik olan sorumla bir daha oynadığımda daha da spesifik bir sonuç çıkarabileceğim. Oyunun enteresan taraflarından biri "şimdi oyunda doğmuş olanlardan birinin takdir ettiğiniz bir özelliği söyleyin" kartıydı. Herkes birbirinin nesini takdir etmiş, hemen hafızaları tazeleyelim: A: Senin bir şeyi istediğinde, kafana koyduğunda onun için deli gibi çabalamanı, vazgeçmemeni takdir ediyorum. (D için) D: Senin sadakatini takdir ediyorum. (C için) C: Senin paylaşımcılığını ve arkadaşlık duygularını takdir ediyorum. (A için) C: Hayatındaki insanlara hakettikleri gibi davranmanı, adaletliliğini takdir ediyorum. (D için) İşte biraz böyle gay (hepi) anlarımız oldu. Ayrıca "verme", "egon ufacık sarsıldığında kasılıp kaldın", "duygusal besleme" ve "yeniden doğum" sonuçları da unutulmaması gereken anlardan. Başta ağız burun kıvıran bizler, oyunun sonunda oyuna inanıyor olduk. "You have to believe in the island"
-------------------------------------------------------------------------------------------
Bir kaç hafta sonra - salim kafayla:
Bok gibi bir oyun. Böyle sanki yoga yapar gibi, ibne gibi puşt gibi.

The ghost orchid

Adaptation'ı izledikten sonra (önceden de izlemiştim ama orkidelere takılmamıştım ne hikmetse), filmin bence ana kahramanı olan "Ghost Orchid" hakkında biraz araştırma yapmaya karar verdim.


Şimdilik elde ettiğim bilgiler bunlar:


- Gerçek adı Dendrophylax lindenii.

- İlk olarak Belçikalı bitki toplayıcısı Jean Jules Linden 1844'te Küba'da bulmuş bunu.

- Habitat'ı dışındaki yerlerde bir yaşam sürdürtmeye çalışmak, genelde başarısızlıkla sonuçlanıyor, özel koşullar vs gerekli. Florida'da koruma altında.

- Kendisi bir Monocot, gövdesi yok, kökü de kordon gibi bir şey. Kökü sayesinde nemi emiyor. Velamen denilen dış tarafı su ve gerekli besinleri almasını sağlıyor, aynı zamanda iç tabakaları koruyor.

- Haziran ve Ağustos aylarında açıyor.

- Ağacın yüzeyine o kadar güzel adapte ediyor ki kendini, sanki havada duruyormuş gibi görünmekte. Bu yüzden "Ghost Orchid" lakabını almış. Hakkıdır.

- Tip olarak zıplamaya yeltenen bir kurbağaya benzediği için biraz korkunç. Bana kalırsa.

- Ayrıca bunu ezince kokain türü bir uyarıcı elde ediliyor; emin değilim. Sadece filmde mi var yoksa böyle bir şey.

02 Haziran 2008

Sinema eleştiriyor gibi yapıyorum.

Bahsi geçecek filmler The Onion Movie ve Walk Hard: The Dewey Cox Story.

The Onion Movie, the Onion Channel adlı bir haber kanalında olan "çok komik" görüntüler bütünü; Britney Spears tipli Christina Aguilera "döööti"'liğinde bir kadın şarkıcı (burada Saturday Night Live'a işaret ediyorum) (down on my knees, take me from behind gibi şarkıları var), stereotyple'larla ilgili mini mini skeçler içermekte. Irkçılık propagandası mı değil mi belli değil derecede ne suya dokunayım ne sabuna dokunayım tadında mesajlar içeriyor bol bol. Ayarlar. Hoş değildi. Yani yazıktı bize neredeyse iki saatimiz Amerikan tarzı ayar yediğimiz için, oysa ki Olacak O Kadar izlesek en azından ülke sorunlarından dem vurabilir, belki şanslıysak Bestami'yi görürdük."Irkçılık ne kötü bi'şey" dedirtmedi dahi. Ayar verdi, ama yersiz ayar. imdb'de 8.0 almış, bu yüzden izledik, demek ki imdb'ye güvenmemek lazım. (in imdb we trust) Hatta filmdeki stereotype ayarları dediğim gibi o kadar ortalardaydı ki, puanın 8.0 oluşunun sebebi dünyanın tüm liboşları gibiydi hakkat. Gelen liboş oy vermiş, geçen liboş oy vermiş. Sonra bunlar birleşmiş Hillary'ye de oy vermeye karar vermişler. (Filmden nasibimi almışım)


Walk Hard: The Dewey Cox Story; müzisyenler hakkındaki biyografik filmlerini ti'ye alan bir çalışma olmuş. Johnny Cash, Ray Charles, Jim Morrison ve daha bir adamın hayatından esin esin esinti. Başrolde John C. Reilly. İşte bu adam iyidir iyi. Ona rağmen, hayatımın iki buçuk saate yakın süresini yiyen bu filmde gülmedim, gülemedim. Burnumdan "hmf" deyip, ağzımı kıvırdım hafifçe. Ama Hindistan - the Beatles iyiydi. Özellikle Jack Black Paul McCartney rolünde "I am the leader of the Beatles" deyip, bir sonraki repliğinde neden Shire'dan Peregrin Took gibi konuştu sorularına yanıt ararken hoşça vakit geçirdim. (Jack White da Elvis idi)


İki film de boktandı. Sakın izlemeyin. Komedi filmlerinin bu dandik era'sında iyi bir şey görmemiz için 40 year old Virgin'i yapan ekibin "Forgetting Sarah Marshall"'ı gösterime girecek yakında. Başrolde marshmallow var. Onu ben de, sen de izle. Burdan da bak nedir, ne değildir.



(A comedy about getting dumped and taking it like a man)