19 Aralık 2008
15 Aralık 2008
Bugün The Big Lebowski'nin 3929. gündönümü
(Heehey! Gimliii)
Herkes en sevdiği repliği yazsın, sonra bu replikleri toplayayım ben, bir şiir kitabı olarak derleyeyim, sonra Pelin Batu kâfiyelerin yerinde olmasına özen göstersin, Bedri Baykam illüstrasyonları üstlensin, Tom Cruise da dinen bir mahsuru var mıdır onu araştırsın.
Yaptığımız bu eklektik çalışmayı Bienal'de sergileyelim.
Biliyorsunuz, tanıdıklarım var...
Örnek:
Sometimes you eat the bar and sometimes the bar, wal, he eats you.
Bazen gofreti sen yersin, duva(r), bazen de gofret seni yer.
Digiturk insanlara gizli gizli işkence etmekten hoşlanan bir piç kurusudur.
Bayram hediyesi diye sinema ve diğer zırt pırt kanalları açtın, sonra Pirates of the Carribean'ı izleyen 10 kişiyi filmin son 10 dakikasında illet ettin.
Ben izledim, biliyorum, izlemeyen arkadaşlarıma izlettirmekti amacım.
Dile kolay, 3 saat...
(Boşanmış çiftler bunu söyler hep; dile kolay 5 sene- 10 sene- 20 sene)
3 saatin sonuna gelindi, hatta en klişe bölümler dahi izlendi, şu dünyanın en kötü evlenme sahnesi, hani evliliğe karşı kusmalı koşullanma gerçekleştiren sahne. İnan o arkadaşlar o sahnelerde bile şikayet etmedi, mızmızlanmadı. Hatta bazı sahnelerde ağız dolusu güldüklerine şahit oldum. Jerry Brükheimer'casına böbürlendim, işteea ben size şu bayramın son günlerinde sıkıcı film izletir miyim gibi.
Filan feşmekan. Sen film, son on dakikada zart diye kesil. Üyeliğiniz bunu kapsamamaktadır vesaire. Bayramın bir kısmının içine ettin.
Üzüm var?
05 Aralık 2008
Dizi genellemeleri vol I.
Yanlış... Yanlış... Yanlış... A o da nesi? Cekpot!
The O.C.:
Uyan.
Kahve mutlaka.
Sandy ve Kristen; espriler şakalar, Ryan ve Seth; espriler şakalar.
Parti organizasyonu.
Partide kavga.
Kavgada üzülen kızlar.
Eve dönüş.
Sandy'den babacan bir hayat dersi.
Gossip Girl:
-Brooklyn'liler bitli ve fakir insanlardır.
Upper East Siders
- Ama ben bohemiiim.
Serena van der Voodsen
- Ben de rakçıyım.
Rufus Humphrey
- Param çok, pipim yok, ziyanı var.
Chuck Bass
-Egzo egzo.
25 Kasım 2008
Dünyadan bir akşamüstü
Ortama adapte olmak adına bir Americano içebilmek için garsonu çağırır.
Garson; Sarah Connor'dır. "İçine bir de espresso shot koyim mi?" der.
"Koy anasını satim" der Ted.
Bu esnada sokakta yanlışlıkla bir at kakasına basan Carrie Bradshaw tuvaleti kullanmak üzere mekana girer.
Bileğini burkmuş olduğunu görürüz, fakat daha şanslı olamazdı.
Gregory House, Ted'in çaprazındaki çift kişilik masada kendi konuşmasını kaydetmektedir.
Carrie Bradshaw olabildiğince yavşak bir ses tonuyla konuşur:
"Doktar Hoos, bileğimi burktum ama asıl canımı sıkan tezek kokan Manolo'larım"
House, Carrie'ye bir göz atar,
"Manolo aslında özünde Han Solo'yu barındırır" der.
Carrie aval aval bakmayı sürdürür.
Bu esnada Ted hala kahvesini içememektedir.
Sarah'ya seslenir:
"Nerde kaldı Americano'm? Kolombiya'da tanıdıklarım var, daha hızlı halledebiliriz" diye kötü bir espri yapmayı da ihmal etmez.
Sarah Connor da "Ben robot kullanmıyorum, prensiplerime aykırı, suyun kaynamasını bekliyorum" der.
Ted duyduklarına inanamaz. Aman tanrısı, prensipleri olan güzel bir kadın, daha iyisi olabilir miydisi.
Hemen oracıkta evlenme teklifi eder.
Aslında siz de ben de biliyoruz ki Ted'in birine evlenme teklifi ederken aradığı iki kriter var:
Kadın olsun, bir de kalbi atsın.
21 Kasım 2008
Ayıları severim
Ayılar ki renk renk, boyut boyut, sevimlilikte kademe kademe.
Bazısının tüyleri uzun, bazısının kısa.
Bazısı göbek bile atabilirken
Bazısı röarlar sadece.
Boz ayısı var, kutup ayısı var.
Mesela boz ayı kutuplarda çıkmaz karşına.
Kutup ayısı da adalarda çıkmaz karşına.
Bir tek Lost'ta çıkabilir.
O da doğaüstü olduğundan.
Ayılar çeşit çeşit girdi hayatımıza.
Coca Cola'nın ayıları, Greenpeace'in ayıları.
Winnie ayısı, Claire ayısı.
Ayılar öyle enteresan varlıklar ki,
Her günün bir ayısı olmalı.
15 Kasım 2008
Proje: Hayat
Dünyalıların hayatına büyük renk katacak bu projeyle birlikte, hayatın mücadele alanındaki becerisi bir kez daha gözler önüne serilmiş olacak. Ne münasebetle tavrını yıllar boyu korumayı öngören ve ölümle sonlanmayı bekleyen Hayat, daha önce hiç yapılmamış olma niteliğini taşıyor.
Hayat.
H for hastaneye gitme sıklığı.
A for az kaldı düşüyordum.
Y for yastık seçimi.
A for artı bir.
T for takım elbise giymek ya da giymemek.
Selami diyor ki; hayat ancak bir kez katlanılacak kadar...
Hayatı kabullenme ve algılama biçimi, ölümü algılama biçimiyle nerdeyse aynı olabilir.
Bana anlamsız gelen teori, ölümü kabul etme aşamasının en önemli noktasının güzel bir hayat yaşamış olma ve tatmin olma duygusu gerekliliği.
Güzel bir hayatsa bir devam filmi istiyor insan.
Kötüyse de baştan yazıp çizmek lazım.
Burada görüldüğü gibi iki aparkatla hayata dair bilinen zavallı bir olumlu gerçeklik yıkıldı.
Demek ki nedir? Biraz diyalektik düşünmekte sakınca yoktur.
14 Kasım 2008
Çirkinleşebiliyorum
Terbiyesizlik meme yapmış sizde hanfendü. Zımpara atmak lazım.
09 Kasım 2008
How to lose friends & alienate people
İngiltere'de muhabirlik yaparken Amerika'nın ünlü magazin dergisi Sharps'tan teklif alan Sydney Young (Simon Pegg - Shaun of the Dead), New York'a gider ve olaylar gelişir.
Sivri dilli, "edgy" karakteriyle magazin dünyasında tutunmayı pek beceremeyen Sydney, bu dünyayla bir süre mücadele ettikten sonra Andy Warhol'un dediği gibi "If you can't beat it, join it" mottosunu benimsemeye karar verir ve tabii ki hızla yükselir. (Adamda zaten zeka üst seviyede, tek yapması gereken biraz kıç yalamakmış kısacası). Bu arada Transformers'daki göbeğinden tanıdığımız Megan Fox, Sydney için "objet petit a" olmuşken, Kirsten Dunst ise çürümenin içindeki sağduyunun sesine en yakın karakterdir.
Tüm bu teklif, tayin, Amerika macerasının sorumlusu Sharps'ın patronu Jeff Bridges'tır ki, o da zamanında Sydney gibi, celebrity partilerine davet edilmemesine bir dur demek için bu işe girmiştir. Ama Sydney'nin eski aktris annesi, felsefe yazarı babası ve bir de kendisinin felsefe yüksek lisansı ve bunun gibi magazinciliğe ters faktörlerden ötürü, Sydney yozlaşmaya kendini teslim ederken bolca sıkıntı olur.
Eğlenceli, "içinizi ısıtan sıcacık bir film!!!" gibi cümlelerle anılacak olsa bile filmden bir replik var ki sadece onu paylaşabilmek için bu kadar yazı yazdım:
"A free press is the last defence against the Tyranny of Stupidity.”
31 Ekim 2008
Bir kitabı böyle okumaya çalışmak
Ve daha bunun Cehennem'i bitecek, Araf'ı var bir de Cennet tabii.
Ama her şeye rağmen, tüm bu yapılanlara rağmen gözlerim uykudan kapanana kadar okurum, baş tacım yaparım İlahi Komedya'yı. İhtiyaç duydukları fantastik heyecanı hala Dan Brown'da arayanları da buradan kınıyorum.
İlahi Komedya'da olmayan ama olsa abes kaçmayacak bir kanto:
1Her şeyi bilen iyi yürekli ustam dedi ki
"Şu koca ağızlı iğrenç canavarın yanına git
Konuş, tanıyorsun onu belki de."
4Ustamın dediğine uydum, yüzü tanıdık geldi canavarın
"Ey acılar içinde kıvranan canavar,
Ölümlü hayatında ne yaptın da şimdi bu haldesin?"
7"Ben Kontus, yaptıklarımı çekiyorum şimdi
Ayaklarım alevler, yüzüm gözüm pislik içinde
Sen buradan değilsin, ayakların iz bırakıyor"
11Bilge ustam hemen söze girdi
"Öbür taraftan çağıranı var onun
Dünyada daha işi bitmedi"
1: Her şeyi bilen iyi yürekli usta: Vergilius
2: Koca ağızlı iğrenç canavar: Kontus
7: Kontus 14. yüzyılda Floransa'da yaşayan tefeci-tüfeci bir kont. Kardeşinin karısıyla yatmıştır.
12: Öbür taraf: Cennet
12: Beatrice
13: Dante henüz ölmemiştir.
20 Ekim 2008
Ben böyle rezillik görmedim.
14 Ekim 2008
Bugün hiç komik değilim
Ve bir şey gördüm ki bu işler Queen dinleyerek de olmuyor.
nak nak? Who's that.
- ataol behramoğlu
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var!
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var.
Ne kadar üşenirsen üşen gireceksin banyoya.
Yarın sabah girerim dememelisin
Yoksa ertesi gün yağlı saçlarla merhaba dersin bir çiçeğe.
İnsan saatlerce bakabilir monitöre.
Bilgisayarın karşısına oturunca sandalyeni aşağı hizaya çekecesin.
...Ve yukarı bakacaksın.
Boyun fıtığı olmak istemiyorsan.
Aç karnına havuza girmeyeceksin.
Girdiysen, hızlı yüzmeyeceksin.
Titrersin sonra yeni doğmuş bir ceylanmışçasına.
Yemek yedin mi bulaşıkları hemen toplayacaksın.
Yeni bir yaşam formu oluşmasını istemiyorsan.
İnsan günlerce unutabilir o tencereyi.
Yediğin anda makineye koyacaksın, ezgilerle dolarcasına.
İnsan yaşadı mı çamaşırlarını makinede unutmamalı.
Tertipli olmalı, olamazsa da sevgilisi olmalı.
Sevgilisi de olamıyorsa surat yaparak yola getirilmeli...
Sevgilin ne kadar karşı koyarsa eğitmek özlemiyle dolmalısın.
Büyüklerini aramalısın haftada bir kez.
Yarın ararım deyip ertelersen aramazsın.
Aramadıkça da arayamazsın.
Böyle yıllar süren bir vicdan azabı olur.
Zümrüt bir denizden bir kayaya atlarcasına.
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var.
Sevgilinin yanında bir kere bile gaz çıkarmayacaksın.
Başta pek münasebetsiz gelmez onlar, ama çıkarmayacaksın!
Gazınla gurur duymayacaksın.
Gurur duyacağın insan olacaksın.
Çünkü hayat, sunulmuş bir armağandır insana.
06 Ekim 2008
Art niyetli çocuğun sıkıcı maceraları II
Romantik dönem eserlerini takip eder Louvre'da kendisiyle başbaşa bir vaziyette.
(Hastir sana art niyetli çocuk)
Louvre'u dört günde gezer.
Her eserin karşısında adeta öküz trene bakarcıklıdır.
Dört gününü Louvre'da geçirdiği için d'Orsay'e gidemez.
Hatta Champs Elysees'ye de gidemez.
Ne Champs Elysees'i, Eiffel kulesini uzaktan göremez çünkü miyopunun numarası artmıştır Louvre'da sanat eseri izlemekten; tam bir hıyarsın a.n.ç.-şair
Tü sana art niyetli çocuk.
Kültür turizminden bir sen anladın, sen de yanlış anladın.
23 Eylül 2008
Art niyetli çocuğun sıkıcı maceraları
Vize alır, Corendon'la gider.
Pişman olur, Corendon'da su bile çoktur ona.
Art niyetli çocuk Amsterdam'da gezer de gezer.
Rijskmuseum gezer.
Rembrandt Museum gezer.
Diamant Museum gezer.
Van Gogh Museum gezer.
Madam Tussaud'yu da gezer.
Sadece bunları gezer ama.
Art niyetli çocuk tatmin olmuş şekilde İstanbul'a döner de döner.
Döner.
Döner yemez art niyetli çocuk.
Yerdi belki Rembrandt çizmiş olsa.
Ne de olsa art niyetli çocuğun tek bir niyeti var.
16 Eylül 2008
akaycan (3 okuyucumun özet hali)
Kendi kendime gelin güvey mi oluyordum?
Yoksa blog'um asla "gezme blogu", "gurme blogu", ya da "hipster blogu" kategorileri kadar sevilmeyecek miydi?
Bu sorular kafamda Björk'ün son albümünün adını atarlarken (hipster notlar) aslında ne kadar yersiz düşündüğümü farkettim.
Blog'umu düzenli olarak kim okuyor bilmiyorum. Bir yorumlarından ötürü Aycan okuyor onu biliyorum. Bir de symbiote bir hayat sürdüğümüz için Akay okuyor, onu biliyorum. Bir de bir kaç ay boyunca ajansta yanımda oturduğu için istemsiz olarak blog'umu sevmeye başlayan Can okuyor, onu biliyorum.
Öyleyse Akay, Aycan ve Can (grup kursanıza siz) ;
Sizin için yazıyorum!
04 Eylül 2008
Mory Kante - Yeke Yeke (elini yıkasan)
Hitsun turun nennünkiya eeeaaaa
Hitsun turun nennünkiya eeeaaaa
Yimayimayelo
Temantilo yaayayo
Lambalodika kam falaniya naa salani yaa
Yek yek yeemuaa yeke yeke
Yek yek yeemua yeke yeke
Hikkun bünun nennünkiya eeeaaaa
Hikkun bünun nennünkiya eeeaaaa
Yimayimayelo
Hanandila naararo
Lambalodolahi kisenibe velasihalihaa
Yek yek yeemuaa yeke yeke
Yek yek yeemua yeke yeke
Kevolilla len na diri kizeke kevolilla le
He! He!
Kevolilla len na diri kizeke kevolilla le
He! He!
Hampillavvan hanini kazikan çeva havilla
Heenikason! (elini yıkasan)
Unayenta yerason kono mi matanyu ki
Vaanantasaan kenena!
Keni muninani yanini tima mani hulugunda tamaay katiyya
Aaatahaniya!
Yek yek yeemuaa yeke yeke
Enimuçimattavarvaro!
Yek yek yeemua yeke yeke
Amon fila sila yo!
27 Ağustos 2008
Episode I (Tek paragraflık edebi eser)
To be continued.
22 Ağustos 2008
Yedek Plan
- New York’da down sendromlu insanları gezdiren bir tur şirketinde rehberlik. 3 gün gez, 10 gün yat. 3 gün gez, 10 gün yat.
- Iıhh...
- Deli misin? Dünyanın en mükemmel işi.
- Öyle değil. Hep yatacak bir iş bulmak lazım.
- Ha mesela yemeksepeti.com gibi. Bir kere bulacaksın öyle bir şey, ömür boyu parasını yiyeceksin.
- Evet mesela, futbol kulüplerine marş besteleyeceksin, ya da tezahürat. Giriyorsun liverpoolfc dat kom, atıyorsun mail’ını info@liverpoolfc.com'a , hello, I have made a song for your club, goes like this, you can download the attachment, please contact us, good day, good night, good luck, good game by the way.
- Asıl bir publishing şirketi bulacaksın. Adama gideceksin böyle böyle, ben Zambiya milli takımına bir marş besteledim. Adam sana diyecek, tamam, ben kaynaklarımı kullanarak bunu Zambiya milli takımına sunacağım, ama kabul edilirse anlaşmadan alacağın paranın % 50’sini alırım. Daha sonra gelecek gelirlerin de yüzde 50’si benim var mısın. Sen de tamam diyeceksin, belki mail atıp alacağın paradan daha azını alacaksın ama yine yaşatacak o seni.
- Peki, adam sana, sing your song, sing it, derse?
- İşte zambiya milletim devletim, ne yücesin sen zambiya.
- Hayır canım şarkı gibi söyle, yaratıcı adamsın, doğaçlama yap.
- Zaaambiya, zambi zambi zambi yaaa, zambiiya...
- Şöyle de olabilir, zambi bibibibi, zam zam bibibibi yyaa....
19 Ağustos 2008
11 Ağustos 2008
I'm super! Thanks for asking.
07 Ağustos 2008
Bir Dedem Korkut Klasiği: Doymakbilmez
In a galaxy far far away...
Eski zamanlarda bir kız yaşarmış; Nazkız'mış adı. Uzun saçları varmış, rengarenk pırıltılar görürmüşüz saçlarında güneş vurunca. Porselen bebek gibi bir şeymiş Nazkız.
Doğduğunda bile sırma gibi saçları varmış. Anasının çok midesi bulanmış hamileyken, çok! Hatta anası hamileliğinin son aylarında yanaklarına elma çekirdeği koymuş, bundan ötürü Nazkız'ın gamzeleri varmış.
Nazkız el bebek gül bebek büyütülmüş. "A" demiş, annesi memesini dayamış ağzına, "B" demiş babası çalmış balı ağzına. İstekleri bitmezmiş, yaşından beklenmeyen bir iştah ve açgözlülük hüküm sürermiş narin bedeninin içinde.
Nazkız 7 yaşına gelmiş. İyice zıvanadan çıktığını gözlemleyebilmekteymiş herkes; teyzeleri, Sami dayısı, okuldan Mehmet, Süleyman, Fadik ve diğerleri... Hatta Fevzi usta bile demiş ki "There is a disturbance in the force". Anasını babasını uyarmış, hiç mi hiç umurlarında olmamış.
Bir gün anası ve babası Nazkız'ı lunaparka götürmüş. Nazkız da tam hıyar ya, ne görse istiyormuş. "Buba bana balon al" "Aney ben veleybol oynicam" "Bubaaa. Pamıkşeker." Kısacası tam anlamıyla iğrenç bir insan evladı, bu devirde evire çevire dövülecek cinsten.
Derken Nazkız'a bir haller olmaya başlamış. Önce boynundan "kort!" diye bir ses gelmiş, sonra dizinden "kurt!" diye bir ses. Hatta bir an için lunaparkta kate hudson'ı dolaştıran kurt russell kendine seslenildiğini zannetmiş. Yüzü morarmaya başlamış. Sonra ağzı hiç bir şey yiyemesin diye göz gibi bir hal almaya başlamış. Saçları çatallaşmış, gözleri çipilleşmiş. Bir de pis bir koku yerleşmiş üstüne. Sanki şimdiye kadar bütün yediklerini bir anda osurmuş gibi. Başına gelenlerden korkan Nazkız anasına babasına ellerini uzatmış, sarılın bana, sevin beni diye. Kolları bir anda ip olmuş Nazkız'ın. Hiç bir şey tutamasın diye. Bir daha hiç bir şey yiyemeyecek, tutamayacaktı. Ve güzelliğiyle artık hiç bir şey elde edemeyecekti.
Bu da herkese ders olsun.
01 Ağustos 2008
Ağustos 1
Oksijen elementi 3. ve son kez keşfedildi.
İngiltere'de köleliğin sonu geldi.
Almanya I. Dünya Savaşı'nda Rusya'ya savaş ilan etti.
İlk Jeep yapıldı.
Anne Frank son kez "sevgili günlük" dedi.
Hey Jude piyasaya sürüldü.
MTV yayına başladı.
Ünlü komedyen ve lavta virtüözü Deniz Coşkun dünyaya gözlerini açtı.
Güneş tutulması gerçekleşti.
Doğalgaza zam geldi.
31 Temmuz 2008
TO ....
TO (Someone you want it to be)
Thou hast the brightest gleams from the heavens above
We are the greatful ones, to be loved and to love
Thy graceful being, thou art our beloved angel thereof
For smiling on us; the free spirited ones, like a dove.
Alas! For the sense of time we all try to fight
For the not so enduring but the glamorous night
We shall not be kept away from the ethereal flight
Thou art; ...; thou art our evershining light
Life goes on as we inhale eagerly like a cigar
Forsooth we will be glad to have thyself from afar
Days shall be bright as they are much bizarre
For years, for months, for days and for eternity...
...acknown, be not; our immortal celestial star
30 Temmuz 2008
Kara! Para! Mafya! Kumar! İçki! Sigara! Grim Fandango!
Gelgelelim ben Monkey Island'cı değilim, fakat içimdeki Grim Fandango aşkı bambaşka.
Grim Fandango, 90'ların yılların ikinci yıllarında piyasaya sürülmüş, hafif kara-mizah bir adventure oyunu.
Manuel (Manny) Calavera oyunun baş kahramanı, dolayısıyla Manny'siniz tüm oyunda.
Oyuna Manny'nin ofisinde başlıyoruz. Bu arada Manny bir iskeletor. Oyundaki iblisler dışındaki diğer tüm karakterler gibi. Manny'nin hikayesi zamanında ölmüş olması ama Department of Dead denilen bir yerde çalışmak zorunda kalması, çalıştığı yerde yeni ölenlere öteki tarafa gidiş paketleri satması. (number 9, tabanvay vs) Bu arada çalıştığı yerde Domino diye bir orospu çocuğu var, sürekli Manny'nin müşterilerine havada atlayan, Manny'nin eski ofisini parsellemiş başka bir iskeletor. Bir de Manny'nin Hector isimli suya sabuna dokunmayan merkez sağcı bir patronu, ve bu patronun da Eva isimli bir sekreteri var.
Günler geçiyor bir gün Mercedes (Meche) diye bir kadın geliyor Manny'ye müşteri olarak. Meche melek gibi bir insan, karınca bile incitmemiş ömründe. Fakat o da nesi, Domino yine bir orospu çocukluğu yapıyor, Manny'nin bilgisayarını bozuyor muhtemelen, ve Meche öteki tarafa en lüks ulaşım aracıyla gideceğine tabanvaya mahkum kalıyor. Bunu öğrenen patron Hector, Manny'nin ağzına sıçıyor. Manny de Meche'ye yazıyor içten içe. O da kendi ağzına sıçıyor "Ben böyle bir hatayı nasıl yaparım, ağzıma tüküreyim" derken efsanevi solcu devrimci kişilik Salvador Limones ile tanışıyor.
Viva la Revolucion!
Bir bakıyoruz Eva da Limones'in örgütünün bir parçası. Manny de hemen katılıyor ve başlıyor macera.
Devamını anlatacaktım ama sağolsun yanımdaki arkadaşım "4 yılı da yazacak mısın?" diye küçümsedi beni. O yüzden yazmayacağım. Oyunu merak ettiyseniz oynayın. Oynamazsanız çok da skimdeydi afedersiniz. Pardon.
28 Temmuz 2008
Experience it in IMAX... (preferably from the back rows)
18 Temmuz 2008
Adamım Michael Scott diyor ki...
19 Haziran 2008
11 Haziran 2008
Spore'a kurban.
Maxis'in son bombası diye klişe bir giriş yapmak isterdi gönül. Fakat son mu değil mi emin değilim, o kadar nerd olmadım, olamadım. En azından Maxis'in müstakbel bombası olduğu kesin. Ya da tüm zamanların EN bombası.
Oyun tek kişilik. Aslında hikaye şu: Tek hücreli olarak başladığın hayatına sosyal bir varlık olarak devam edip yıldızlararası maceralara atılıyorsun. Ve işin güzel tarafı -Sims'ten aşina olduğumuz- yaratığın karakterin her bir tarafını manipule edebiliyorsun, istersen diyorsun ki "dur ben bi' tripod olayım"; tripod oluyorsun, diyorsun ki "kıçımda kanat çıksın"; kıçından kanat çıkarıyorsun. Dilediğince evrilip, gevrilip, acımıyorsun mekanlara. Oradan oraya yollara vuruyorsun kendini.
Oyunun Bölümleri:
1. The Cell Phase
2. The Creature Phase
3. The Tribal Phase
4. The Civilization Phase
5. The Space Phase
6... ve son
Kısaca özetlediğimi bakmayın; oyun MASİF. (burda hala şair kime sesleniyor, bilmiyorum)
Bir kere bence oyunun en mental haz özelliği tüm evrimi birey olarak deneyimleyebilmek ve olaylar üzerinde kontrol sahibi olabilmek.
Tanrı modu, evet, ama aslında Darwin modu.
(Bir taşla iki kuş mu vuruyorum ne)
Spore'u 5 Eylül 2008 tarihinden itibaren rahat rahat, yaya yaya PC'lerimizde oynamaya başlayabileceğiz.
Şimdiden "en iyi oyun" "en iyi simülasyon" "en iyi orijinal oyun" gibi bir sürü ödül aldı.
Kımıl kımıl bekleyelim hadi!