16 Aralık 2009
Update
11 Aralık 2009
You say goodbye, I say hello!
23 Kasım 2009
Yaş 15: Yolun başlangıcı bile etmez.
15 yaşındakiler, ne zaman ilgi çekici bir nesne haline geldiler de bir program oldular?
İnsan hayatının en ucube bölümü olan ergenlik, değil televizyonda yayınlanmayı, evden dışarı adım attırılmayı bile haketmiyordu oysa. En azından biz ergenlik utancımızı öyle yaşadık.
Derin bir nefes alıp 15 yaşımızı hatırlayalım.
Akşam saatlerinde dışarı çıkmak için açlık grevi yapılan, geç kalındığında ev hapsi cezası alınan, haftabaşı yeni hayat görüşleri edinilen bolca bunalımlı bir yaştı. Yüzümüzden çirkinlik, sözümüzden çirkeflik akardı. Her konuda asgari bilgi sahibi olmamıza rağmen illa ki tutkulu bir iddiamız olurdu. Hobilerimiz; aşık olmak, arkadaşlara küsmek ve aileye oflamaktı. Bazen spor olsun diye evden kaçılır, kapılar sertçe çarpılırdı. Hani derler ya; köşeden döndük.
Ergenliğin hiç de hoş olmayan ve milyonlarla paylaşılmaya değmeyecek bir çağ olduğu konusunda mutabıksak devam ediyorum.
Programın konsepti belli: 15 yaşındaki kızlar 25 yaşında gibi giyinerek, seçilen şarkıları ardarda seslendiriyorlar, SMS yoluyla halk oylaması yapılıyor, bu esnada jürimiz de ne amaca hizmet ettiği mantığa oturmayan bir şekilde ergenleri eleştiriyorlar. Oylamalar sonucunda elenmekten kurtulan ergenler, seyircilerin arasında oturan annelerinin kucağına koşuyorlar. Ana kucağı gibisi yok: Programın aslında vermek istediği mesaj bu kadar naif ama biz anlamamakta diretiyoruz.
Her hafta bu kıyasıya maceranın sonunda sona 2 kişi kalıyor. Son görev de şu: Anneyle birlikte bir şarkı seslendirmek. Düet yani. Anneyle: Anacım! Tablo çok acı. Ergen kişi piyano başında kendini paralarken, vokal sırası annesine geldiğinde, annehanım varolan tüm potansiyelini kullanmaya çalışıyor mikrofona doğru. Tabii, bu ergenimiz için yeterli bir performans olmuyor... “Anneaa, rezil ediyorsun beni” bakışları, dikkatsiz gözlerden bile kaçmıyor. Annesi şarkıya kendinden bir şeyler katarken, ergenin yüzündeki anne utancını ne Freud, ne de Jung açıklayabilir.
Sen bugün git, sonra gel
15 yaşındaki kızların titrek performansları ciddiye alınacak gibi değil. İleride müzik endüstrisinde başarı gösterebilirler mi, o konuda da pek ipucu vermiyor program. Ancak yine de bir izlenebilirliği var. Bu izlenebilirlik de, Youtube’da şarkı söylerken ağlayan Çinli çocuğun dramını anımsatıyor. Başkasının rezilliğine ağız dolusu gülmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Evet acımasızız. Abes bir görüntü geçmeyegörsün elimize, acıtırız.
Bizim acıtmamız şöyledursun, sevgili jüri üyeleri, kendilerine sanki zorla Mayıs Sıkıntısı izlettiriliyormuş gibi, “Bitse de gitsek” der gibi, baygın yorumlar yapıyor: “Saçın çok uzun” “Gırtlağın Türkiye’ye hitap etmiyor” “Bu hafta e-le-ne-cek-sin” “Zor bir hayatın olmuş anlıyorum seni” “Ben de tezgahtarlık yaptım” “Sizden bir kız grubu kurarız biz, değil mi Sinan, kurarız”. İşin eğreti duran kısmı, munis görünümlü Şafak Karaman, konsept gereği “sivri dilli jüri üyesi” olmuş. Oysa ki özünde ne kadar iyi bir insan gibi duruyordu!
Kıssadan Hisse
Anneler! Babalar! Sırf “popstar olma ihtimalini sevdiniz” diye, çocuğunuzu bu yaşta medyanın en orta yerine salmayın. Gördüklerime dayanarak söylüyorum ki; onlar kendilerini eleştirilerden koruyamayacak kadar genç, sizlerse onları koruyamayacak kadar leylasınız. Sevgili ergenler! Siz de oturun oturduğunuz yerde, İpek Ongun falan okuyun.
21 Kasım 2009
Derbi Melodramı
06 Kasım 2009
Her şeyi vardan yok eden.
28 Ekim 2009
Fazla ilgi adamı bunaltıyore.
22 Ekim 2009
20 Ekim 2009
Retrospektif.
14 Ekim 2009
Beware the Mars Hoax
13 Ekim 2009
Denizsözü
08 Ekim 2009
Bono iğrenç. U2 da ona keza.
25 Eylül 2009
Profil: Ricky Gervais
Yazar/aktör/stand-up komedyeni/yönetmen/prodüktör/eski Suede menajeri/müzisyen.
Ricky Gervais dedin mi, akan sular durur.
Elbette biz Türklerin henüz çokça ilgisini çekebilmiş değil, çünkü kendisi anadan doğma bir İngiliz. Amerikan komedisine daha aşina olan biz, Amerikan komedisi son yıllarda uluslararası mizahtan beslenmeye başlayınca, uluslararasına aşina olduk. Örneğin bu Amerikan harici komedilerden neler çıkışta: Yeni Zelandalı Flight of the Conchords ve İngiliz -Modların Kraliçesi- insanı Noel Fielding ve dizide gördüğümüzden -Bir lokma daha az zeki- olan Julian Barratt'ın sürrealizm dozu bol çıkışı; Mighty Boosh.
Ricky Gervais'e dönersek, bir İngiliz olan bu Napoleon tipli adamın, Amerikan komedisine kazınmış bir eseri var: The Office.
Steve Carell'li izlediğimiz Office, aslında çakma Office. Office dediğimiz şey aslında, Ricky Gervais'in yazdığı, yönettiği ve başrolde oynadığı bir "evlat". BBC'de yalnızca 3 sezon sürmüş olan bu dizi, NBC'nin satın alımıyla birlikte tüm dünyada (Steve Carell'e saygılarımızla) bir "olay" haline geldi. Tabii Ricky Gervais de The Office US'in "yaratıcı"sı oldu, yazarı oldu, böylece Amerika'ya, ve dolayısıyla uluslararası piyasaya, hiç gitmemecesine bir adım atmış oldu (Okyanusun diğer kıyısına tekrar seyahat ediyoruz ve diyoruz ki; Le Bureau da elbette onun). Bir adet Simpsons bölümü bile yazdı.
BBC'deki kariyeri de oldukça başarılı oldu Ricky Gervais'in. 3 sezonluk bir komedi dizisi olan Extras'ı yazdı, yönetti, oynadı. Umutlu yazar Andy Millman ve arkadaşı Maggie'nin ünlü oyuncuların oldukları yapımlarda figüran olarak hayatlarını idame ettirdikleri dönemde olanlar ve bitenleri anlatıyor. Kabaca konu bu, ancak her bölüme bir adet gerçek celebrity düştüğünü düşünürsek (Kate Winslet, David Bowie, Orlando Bloom, Chris Martin, Ian McKellen, Daniel Radcliffe vs vs), dizi oldukça enteresan bir altyapıya sahip. Özellikle bu ünlü insanları, itin poposuna sokmak şeklinde halledilmiş bir kurguda görmek, diziyi mükemmel hale getiriyor.
Ör:
Kate Winslet, phone sex'in inceliklerini anlatırken.
Chris Martin, Coldplay Greatest Hits t-shirt'üyle bulduğu her mecrada promosyon yaparken.
Daniel Radcliffe, prezervatif kullanmayı bilmezken.
David Bowie, "Pathetic Little Fat Man" diyerek Andy'nin özgüvenini hiç düzelmemecesine yıkarken.
Daha sonra Andy bir şans yakalıyor, BBC'yle anlaşmayı çakıyor ve eski çalıştığı yerdeki cins patronu ve etrafında olanları anlatan ve "ha! ha! ha!" olmayan bir komedi dizisini çekmeye başlıyor (Tanıdık geldi mi ne?). Neyse, prodüksiyon kanalları geliştikçe, dizi elbette catchphrase'leriyle, peruğuyla ve kocaman gözlükleriyle boka dönen bir yapım haline geliyor. Andy'nin hayalleri de ona keza. Hem Extras'ı fazla anlattım, hem de böyle anlatmakla olmaz, izleyiniz en kısa zamanda.
Geçenlerde Conan'a konuk olan Rick Gervais, Conan'ın alametifarikası, o tüysiklet kızıl saçlarına su döküp embesil modeli tarayabilecek be iPhone'uyla bu anın fotoğrafını çekip blog'una koyabilecek kadar "kanka", yeni filmi The Invention Of Lying'de çocuk cast'ı nasıl ağlattıklarını anlatırken "Anneniz öldü dedik" esprisini yapabilecek kadar da aymaz.
Yeni filmden bahsetmişken (onu da yazdı, yönetti ve oynadı); The Invention of Lying, yalan söylemenin henüz keşfedilmemiş olduğu bir dünya kurgusunda, gürbüz ve malın gözü bir kurumsal adamın yalanı keşfedip, hayatını kendi lehine çevirmesini anlatıyor. Biraz Liar Liar'ın ters köşesi gibi görünen film, Tina Fey, Jonah Hill ve Rob Lowe gibi komedi mogullarının varlığıyla, eminim ki Ricky Gervais'in yüzünü kara çıkartmamıştır.
Daha fazla söze ne hacet çünkü gün 24 saat.
Gerekli linkleri ben size veriyorum:
Blog'u ve IMDB sayfası.
Buralardan başlayıp aklını sevdiğimin Ricky Gervais'inin yaptıklarına, ettiklerine, nelerle uğraştığına bakarsanız, adamı holistik bir bakış açısıyla anlayıp, her geçen gün daha çok sevmeye başlayabilirsiniz.
Bütün yazı boyunca tuttum, tuttum, şu kekremsi yorumu yapmayayım diye ama.
Daha önceleri Gervais'in stand-up performansını izlerken şu sözcükler dökülüvermişti ağzımdan, bir Azerbaycan Televiziyası görüş mesafesinden: "O toprakların Cem Yılmaz'ı".
O topraklar eskiden dutluktu.
Şimdi ise, Ricky Gervais , hiçbir anlam kaymasına gerek görmeden, o toprakların ağası oldu ve yüzölçümünü beş koldan genişletmek için önünde hiçbir engeli yok. Persona non grata oldu Kanuni Sultan Süleyman.
Bizi de fethet Ricky Gervais.
23 Eylül 2009
Geç olsun, güç olmasın: Bir eşek herif olarak Kanye West
Geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen MTV Video Müzik Ödülleri'nin hafızalardan silinmeyecek sahnesi, Kanye West'in çöm bir country şarkıcısı olan Taylor Swift'in ödül konuşmasının -ta ortasına- sıçtığı andır. Türkçe mealiyle bizde şu şekilde yankılanması uygun:
-Ben türkü söyleyen bir kızım, ne işim var buralarda, çok teşek.
-Bistrgit. Beyonce (Biyons değil Biyonse) gelmiş geçmiş en iyi klibi yaptı. Nokta.
Şimdi "politically correct" bir açıdan yaklaştığımızda Kanye West ne büyük eşşeklik etmiş, ne kadar terbiyesiz, hatta ırkçı falan. Lütfen sosyal kimliğimizi, genç sarışın kıza yazık ettiler ahlaki yargılarımızı az önce ele verilmiş tavla misali kolumuzun altına alalım. Taylor Swift'in klibi katışıksız bir aptal genç kız manifestosu, Beyonce'nin Single Ladies ise tartışmasız, o klipler içindeki en iyisi. Öncelikle koreografi, ancak Beyonce uyguladığında Yıldız Tilbe gibi olmayacak bir zorluk derecesinde. Ayrıca görüntü tamamen yalın, üstelik siyah beyaz, üstelik planlar da çok net. Çok net, estetik açıdan gayet anlaşılır. Kalabalık değil. "Tek taşımı kendim aldım" gibi vajinal kum fırtınası yüksek bir eser değil.
Kanye West'e bu konuda katılıyorum.
Sezar'ın hakkını Sezar'a verme konusunda sınır tanımayan tarife.
Ancak; Hollywood filmlerine bu senaryoyu adapte edersek ; kurumsal dünyaya birkaç senedir katlanan ancak bundan müthiş rahatsızlık duyan genç ve smart casual çalışan, her gün uyandığında hayatını sorgulamaktadır. Bir gün canına tak eder ve gömleğini hoyratça açar, patronun yanına gider, tumturaklı bir balgam hörtletir. "İşi de skim, seni de skim" der ve gider. Tam bir kahraman gibi. Ama aynı zamanda...
...Böyle, nasıl desem, bir aymazlık.
Her şey güzel, yerinde, ancak!
-Kraldan çok kralcı- elektriği almadınız mı bu hareketten?
Ne kadar doğruyu söylüyor da olsa, kimyanız bir uyuşmadı değil mi?
Patron efendiye yaranmak için yengeyi yalamak, en eski numaralardan bir tanesi.
Olayın iç dinamiklerine iniyorum.
Jay-Z ve Beyonce "Ayıkla pirinci taşını" mottosunu çoktan benimsemişler gibi görünüyorlar.
Kanye West'in yanındaki asortik cıbırı düşünüyorum.
Sevgilisi böyle cengaver gibi sahneye atıldığında boğazında nasıl yumru olmuştur. Dememiş midir ki:
"Yalan dünya, dün evde bir su getirir misin bana dediğimde öylesine göt atan adam, bugün böylesine kıçı alev almış çita gibi nasıl da koştu sahneye Biyonciği haksızlığa uğrayınca"
Peki ya Taylor Swift. Zaten kafasında o ödülü nasıl haketmediği konusunda binbir tilki volta atarken, Kanye West sahneye çıktığında, acaba yalnızca bir saniye için "Ulen acaba kutlamaya mı geliyor böyle içli içli?" diye düşündü mü.
Ben anlamadım, çünkü alkış planından sonra bir baktım ki Kanye "belirmiş"... o çok yanlış anlaşılmış saç modeliyle.
Ödül gecesinin sonlarına doğru, Beyonce hakettiği ödülü almak için sahneye çıktığında, ödül konuşmasını yarıda keserek, köylü güzeli Taylor Swift'i sahneye davet etti. Taylor, konuşmasını en nihayetinde yaptı (Matah bir şey de söylemedi elbette).
Tüm dünyanın sahiplendiği bu olayın akabinde olanlar da basının gözdesi oldu. ABD Başkanı Obama, tamamen içten bir tavırla Kanye'ye Jackass yakıştırmasını yaparken, Kanye de bu sırada boş durmadı ve Jay Leno'dan yer ayırttı.
Jay Z ve Rihanna ile birlikte bir şarkı seslendirdikleri o akşam, önce kendisi çıkarak "Evet ben eşeklik ettim, hatalıyım, Taylor'dan da bizzat özür dileyeceğim" dedi. Daha sonra mağduriyetini anlatabilmek için Jay Leno'nun below-the-belt-and-very-out-of-context sorularını yanıtladı. Elbette saf bir şekilde ilk aklıma gelen "Vaynasını, Jay Leno da ne sorular soruyor" olmadı, bunda çalışılmış bir PR stratejisi olduğu apaçık idi ama genel olarak durum bir engizisyon mahkemesini aratmadı.
"Anneni tanıma şerefine erişmiştim Kanye. Hayatta olsa o ne derdi?"
Duraksamalar. Gözyaşları. Bu travma yüzünden ben böyle oldum açıklamaları. Bu piyasada nerede durduğuma uzaktan bakmalıyım itirafları. Üzgünüz. Leno'nun, o dağ gibi çene yapısıyla belden aşağı vurarak, halkın gözü önünde "E senin annen öldü, bu yaptığın yakıştı mı?" diyerek Kanye West'i ağlatması, bu fazla iddialı VMA çıkışı için yerinde bir final olmadı.
18 Eylül 2009
Hayko Cepkin, Türkiye'nin Lady Gaga'sıdır.
Gaga, Lady Gaga.
İsterseniz Stefani Joanne Angelina Germanotta diye de seslenebilirsiniz ancak GAGA varken yani sahiden ve bu insan da tavuskuşu gibi gezerken, neden başka şekilde seslenelim ona. Üstelik kızımız, Radio GaGa'dan kelli Queen'e de saygılarını sunarken, biz neden sunmayalım.
Yaşından büyük görünen bu eski go-go dansçısı 86'lı genç kadın, yaşından da büyük bir ikona dönüşmüş durumda. Ve ben, bir şekilde, teker teker olmasa da, holistik bir bakış açısıyla, LADY GAGA'DAN HOŞLANIYORUM.
Lady Gaga bir pop efsanesi olma yolunda desteğini almış hızla ilerlerken, popüler kültürün gitgide şiddetten, androgyny ve pornografiden beslendiği konusunda bizlere hayat dersi veriyor.
Bildiğiniz ya da bilmediğiniz üzere, kendisi bu seneki Video Müzik Ödüllerinde 5 farklı kostümü ve canlı performansı ile kendisini tanımayanları da bir şekilde çemberinin içine dahil etmiş oldu. Üstelik bir ödül de aldı, ki almasa olmazdı, halk oyu denen musibet, bir sanatçı tribünlere ne derece oynamışsa o derece etkilidir. Lady Gaga da, bir biseksüel olmasının (hermafrodit de derler ancak konudışı), eşcinsel haklarına her fırsatta verdiği desteğin ve hakkını yemeyelim, Perez Hilton'la kankalığının tadını çıkardı halk oyunda. Bence iyi de oldu.
İngilizce konuşanların "controversial" diyebileceği, bizim de kimbilir "ne ayak" adı altında inceleyebileceğimiz bir laf etti bu ödül töreninin sonunda:
"This is for God, and Gays!"
Bu yüzden ona yeni Madonna denirken, Britney Spears'a dendiği zamanki kadar rahatsız olmuyoruz. Çünkü Madonna olmak demenin yalnızca "kadın" "sarı saçlı" ve "dansediyor bu da" olmadığını bilmiştik. Biraz "ne ayak" olmak gerekiyordu, Lady Gaga da bu noktaya kendini öyle bir güzel konumlandırdı ki, bu ne biçim bir pazarlama harikası diyebiliyoruz uzaktan.
Ama aslında:
Pop. Revisited. Nokta.
17 Eylül 2009
The thin line between loving and stalking
Günümüzde gençlerin aklı nerede, gençlik nereye gidiyor temalı bir yazımızdır.
Ve bu yazıdan alınan genç okuyucularım olabilir, bence alınsınlar. Haklarında "gerçekten" ne düşünülüyor, bilmek iyi gelebilir.
Müzik, sinema, resim, tiyatro vs vs.
Meta olarak konumlandırıldığından beri hepsi estetik kaygılar içeriyor. Ya da hepsi estetik kaygılar içerdiği için meta olarak konumlandırılmaya başladı. Nietzsche'nin bir dediğine göre, sanat sanat değil, zanaattır bu bağlamda.
Konumuzdan çok fazla sapmadan.
Bunların içerdiği estetik kaygı, aslında "sanat eseri"ni ilgilendiriyor. Sanatçıyı değil, öyle değil mi? Bu durumda, sanatı takdir eden insanların, sanatçı ile değil de, eser ile ilgilenmesi gerekir ideal dünyada.
Olgunluk bunu gerektirir.
Ancak, hepimizin bir dönem şanssızsa yaşadığı, şanslıysa başkalarında tanık olduğu "fanboy"luk müessesi, genç yaşlarda "sanatçının stalker'ı" olmak şeklinde hayat buluyor.
Ve inanın! Bu hiç şirin bir şey değil.
Bu hiç sağlıklı bir şey de değil.
Saman altından su yürüten, hin hin binbir türlü iş çeviren varlıklarcasına.
Peki gençler, kendinizi neden küçük duruma düşürmek bu durumda?
Sanat umrunuzda gibi görünmesenize. Yakın olmak, tanışmak istiyorsanız sanatı icra eden kişiyle, errrkek gibi çıkın, erkek gibi tanışın. Araya şarkı sözlerinden alıntılar serpiştirerek bir iletişim kuramazsınız bu insanlarla. Bu hareketlerinizle asla ama asla, dilediğiniz gibi arkadaşları olamazsınız. En fazla stalker'ları olursunuz. Groupie de olmazsınız ama. Groupie'ler yine bir nebze sevilir. Ama stalker'lar, 31 olsa çekilmez.
Çünkü arkadaşlar, siz artık 3 yaşında sevimli çocuklar değilsiniz.
Kimse sizin aptal veyahut saf olduğunuzu düşünmüyor.
Hatta öyle hareketlerle bu insanları punduna getirip kilitliyorsunuz ki (kitlemek), sizin de malın gözü olduğunuz konusunda varsayımlar var.
Ama bunu gerizekalılık maskesinin altında yapıyorsunuz, ve hiç ama hiç yakışmıyor.
Ünlü insanların "arkadaşı" olabilme "başarısı".
"Name dropping" yapabilmek.
Beraberce fotoğraflar çektirip "Biz eskiden" diyebilmek.
Sosyal çevrede böyle varolmak.
Bunu ısrarla sürdürmek.
Ve bunu en aşağılık şekilde yapmak.
Kendini bu denli küçük düşürebilmek, belli bir yaşa kadar yapılabilecek bir eylem. Zaten bir arkadaşlık öyküsü doğsun istiyorsanız bu insanlarla münasebetinizden, bu şekilde asla olmayacaktır.
Halihazırdaki ünsüz arkadaşlarınız bir gün ünlü olursa o zaman arkadaşlık olur.
Ünlü titrinden öte tanışıp muhabbet etmeye çalışırsanız, öyle bir arkadaşlık yok. Hiçbir zaman da olmayacak. Hiçbiiiir!
Şimdi sorarsınız, bahşoldu mu sana bu düşünceler?
Tüm bu gözlemler, aklımı başıma devşirdiğim anda başladı.
Bu da birkaç sene öncesine tekabül eder. Ama mesela, aslında zaman zaman hepimiz sizden biriyiz. Mesela, adını vermek istemediğim (!!!) altta gözünde siyah bant olan insanla tokalaşma fırsatım olduğunda adeta bir genç kız gibi "it's an honor to meet you sir" demiş oldum ki bu benim repliğim bile değildi. Ama yine bir errkek gibi, neysem o gibi. Sir, honor. Daha samimisi hıyarlık. Herifin müziğine fanboy olabilirim elbette ama kendisine... ASLA!
09 Eylül 2009
Freefall
08 Eylül 2009
Hayatta 2 tip insan vardır...
07 Eylül 2009
Atıyorum tutuyorum.
Conan O'Brien ile evli olduğunu düşün. Geleneksel bir ailen olduğunu düşün. Conan, bayramda babanın elini öpüyor... PAHA BİÇİLEMEZ.
Faith no more hakkında bir psikolog olarak teşhisim var: BİPOLAR. Lityum dayanmaz. (İlaç ismi zikrederek haddimi aştım)
Burç adlı bir insan var. Yorumlarıyla bazen blog'uma neşe katıyor. Bir kez gördüm Nekropsi konserinde bir arkadaş vasıtasıyla ama, gomik bir arkadaş olduğunu hemen anladım. Hatta bugün, gomiklik olsun diye facebook'a google'dan bulduğu birinin resmini profil fotosu yapmış, kah gülüyor kah eğleniyor. Neyse, neticede, bu resmini koyduğu hilmi isimli insan, arkadaş listesindeki birinin amcası çıktı. Hayat güzeldir.
Zorla insanlıktan çıkarılan grup terapisti kendini tutamamış...
-Go fff... Go fff... Go to your happy place! demiş.
Gelin kafası terimi, English spoken ülkelerde Bridezilla diye de adlandırılır. Gelinler, müthiş derecede egocentnric bir ruh halinde sağa sola sataşırlar, "it's my party and I'll cry if I want to" ağlaklığıyla talepkarlardır. Bu yüzden kuaförlerde de bu özel gününüze özel modele "Gelin Başı" adı verilir. O da kibarlıktan.
Tourette's Syndrome'un bir de yazılı versiyonu var. Gtalk'ta, msn'de orada burada hadsiz hadsiz konuşmaya deniyor. Hiç ummadığınız anda gelen "Siye" tepkisinin sebebi olsa olsa bu sendromdandır, yoksa karşınızdaki ya da sizden kaynaklı olamaz. Bilim her şeyi açıklar.
Adı Goethe olanın burnu boktan kurtulmazmış.
Yeni bir habis düşüncem var: Beni beğenmeyen benim gibi olsun.
04 Eylül 2009
Ben bunu blog'uma yazarım ki.
Ben hayattayken değerimi bilmediniz, bari ölünce bilin. Falan diye.
01 Eylül 2009
Düldül Kendra
Kendra'ya girmeyeyim diyordum, Kendra'ya giren girmiş, blog'umun seviyesini düşürmeyeyim diyordum (uuu, bu 14 yaş ergen erkek beyanatını nasıl bir bilinçle yaptım kimbilir).
Ama Kendra, yakından incelenmesi gerekmeyen, tamamen yüzeysel, dünyaya söyleyecek hiçbir şeyi olmayan, banadokunmayanyılanbinyılyaşasıncı 86'lı bir kadın olduğu için BEN onun hakkında yazacağım.
Bir kere, hepimiz mutabıkız değil mi, Kendra kesinlikle güzel bir kadın değil.
Hatta Kendra bildiğin ATAAZlı.
Demek ki malı güzellikten götürmüyor. Seksilik? Smokin' hot body? Evet bunlar mevcut ama nedir asıl Kendrastik olan şey?
Onu en sonda söyleyeceğim. Kendra'dan kopamamamın sebebini sonda vereceğim.
Kendra tam bir gerizekalı.
Tam bir kavram kargaşası.
Kendra Hank Baskett diye bir basketbolcuyla (kendini anlatan bir çalışma) evlilik yolunda ilerliyor. Konumuz bu. Yeni bir eve taşınıyor, müthiş dağınık bir kız, bir boku beceremiyor, arada ne idüğü belirsiz anası ve haminnesi geliyor kriz anında yardımına.
Ha bu arada, mesela Kendra'yı bulaşıcı yapan şey, evde hiçbir möble yokken henüz, hemen bir "stripper pole" taktırması. Bunu yapsa yapsa Brüno yapabilirdi.
Düğün hazırlıkları çok şatifilli. Tabii ki ve tabii ki "bööle beş metrelerce çiçek istiyorum bööle". "Bambayaz bi gelinlik istiyorum ben, virgin white bir gelinlik, bakire değilim ama AHAHAHA". Ya da Kendra duruyor duruyor, patlatıyor arada "Hanklen biz çok gelenekseliz, ondan böyle bi' düğün istiyoruz"
Ulan senelerce Playboy Mansion'da kuma hayatı yaşadık diyorsunuz, çok mutluyduk kıznarnan diyorsunuz.
Geleneksel? Ananevi? Anan?
Ah be, Hakkı Devrim yapıştırsaydı cevabı keşke.
Neyse neticede, Kendra ve Hönk Playboy Mansion'da evlendiler. Ama öyle çıplak kızlar falan yoktu. Ananevi diyebiliriz bu bağlamda. Gerizekalı Kendra pederin söylediğini bile tekrarlayamadı gerçi.
Peder Bey: I take your hand...
Kendra: I take you wha?
Peder Bey: I take your hand...
Kendra: Wha? Wha? AHAHAHAHA.
Kendra artık hem evli, hem hamile. Hem kel, hem fodulsun Kendra. Ama yine de seni seviyorum Kendra. Kart kahkahanla haftasonumuza neşe kattın Kendra. Memen kafam kadar.
SON: Kendra'nın kahkahasını duydunuz mu? Bir duysanıza, n'olur duyun. Nasıl desem, efendim, Kendra gülüyor, biz gülüyoruz, Kendra gülüyor, biz gülüyoruz. Deh deh Kendram.
31 Ağustos 2009
Ölüm Marşının Bitmez Nakaratı
Ölüm onun adı da.
"Ayrılık da sevdaya dahil"den değil.
Sevdayı da yaşarsın, ayrılığı da.
Öldüğünü yaşar mısın acaba?
"Ölüyorum şu anda!"
Ölmek denmez ona.
Ölmek demek, yarım kalmak demek.
Tam bir şey söyleyecekken, bir münasebetsizin sözü alması.
Senin de söyleyeceklerinden tam o anda vazgeçmen demek.
Yine de bir umut beslersin içinde, bu bitince bana sıra gelir diye.
Yoo, o sıra hiç gelmez.
Ya o andır, ya o an.
Başka bir anı beklemez.
Ölüm de sabırsız, kötücül ve utanmadan sözünü kesen pis bir kız çocuğudur bence.
Nerde kalmıştık?
Ha, senin daha söyleyeceklerin vardır.
Münasebetsizin teki susturur seni, yarım kalır.
Başka bir an da olmaz ha, o elzem şeyi söyleyecek.
Ne söyledinse, söyledin.
Bundan sonrası, can sağlığı.
Tüh, sağlık da kalmadı.
Bunu bile söyletmez ölüm.
Artık başkaları arkandan ne derse...
PS: Şiir yazmaktan utanırım ben. Ama gazladılar. Başta Şölen. Oldu olmadı bilemem. Bir de "bana ne" her şeyin başında. Dimi hea? Bir de Arın da çok şiir yazıyor bu aralar, onun da gizli gazı oldu. Hepimize başarılar dilerim.
28 Ağustos 2009
Ada beni çağırıyor
Ben adaya gitmek istiyorum, yalnız kalmak hep.
İnsanlar ada ne demek bilmiyor, ada demek yalnızlık demek.
Yalnızlığı "tu kaka" edenler nerenin çocuğu oluyor, ben bilmiyorum.
Geçen bir film izledimdi, dandik ötesi.
Yine bir M. Night Saklaban filmiydi, sonu da bok gibiydi.
Orada bir süre bitkiler insanlardan öç alıyor şeklinde izledik.
Sonra anladık ki zaman duruyormuş filan feşmekan.
Zamanla futbol oynayasıca Night Shyamalan.
Nereden bu konuya geldim bilmiyorum.
Sanırım adada ağaçları öperdim düşünüyorum.
Sudan korkardım yine biraz, su apayrı bir habitat.
Ne münasebetle giriyoruz içine, ne münasebet!
Biz hepimiz biraz çok bilmiş, çok görmemişiz.
Gerçek yalnızlık adadadır.
Bunu bilmek adettendir.
Yalnızlık sevgilisizlik değildir.
Yalnızlık dostsuzluk değildir.
Bunlar şımarıklıktır.
Yalnızlık adanın ortasında tavşan gibi kalakalmaktır.
Şiir yazmak benim işim değil gördüğünüz gibi.
İstersem duygusal da yazarım, istemiyorum ki.
Ortaokullu pembe defterlerim var, intikam malzemesi.
Akrostişten Özdemir Asaf tarzı yazma çalışmalarına, geniş bir yelpazede salaklık içeriyor.
Ben demin de dedim.
Her şey fazlasıyla komik geliyor.
Her şeyin fazlası rahatsız ediyor.
Birinin ölmesi hiç komik değil ama.
Onun için sonsuza dek içilir de, ağlanır da.
Yalnız kalsam ölmek de olmaz.
Ben ölsem, dünya duymaz.
Adada ölüm değil hayat var.
Lost'un sırrı bu çıkarsa "ben demiştim" haklarımı istiyorum.
26 Ağustos 2009
Paper Doll'un o güzel hatrına...
Paper Doll beni mimledi. Kendim hakkında 7 garip şey, konu. Bence kendim hakkında garip şey yok, garipse de r kendimle yaşadığım için varolan özelliklerimi garipsemiyorum tabii ki. Ama ben onun güzel hatrı için kendim hakkında 7 şey yazacağım.
Kendim hakkında 7 madde:
* Minik parmağımı 90 derece bükebiliyorum.
* Kendim hakkında çok fazla detay verirsem incilerim dökülecekmiş gibi hissediyorum.
* "Sense of hümör"ü olmayan insanı hakir görüyorum.
* Birçok insanın "cool", "derin", "anlamlı" bulduğu şeyleri "emo" buluyorum, gurur duyuyorum.
* Cep telefonumu pek kullanmıyorum, hiç'e doğru yol alıyorum.
* Asla iddia kaybetmem. Çünkü kesin emin olmadığım konular hakkında iddialaşmam.
* Bir de çok pis sorun çözerim.
11 Ağustos 2009
Ataazlı Ablalarımız
07 Ağustos 2009
Özer Abi'den Öğrendiklerim 4
-Kaç kere söylediniz, benim mallığım Özer abi.
Özer Abi'den Öğrendiklerim 2
-Ediyorum Özer abi.
Özer Abi'den Öğrendiklerim 1
Haklısın Özer abi. Teşekkür ederim.
Yine sanat anasını satayım
Öncesi de var, siz bilmezsiniz.
Şimdi nasıl desem, önce kafamızı belli bir telepat düzeyine alıp, 2 kişi olarak yola koyulma hali.
Buyrun boyalar.
Bir de Simit insanı.
Bir de Benisyo insanı.
Neyse, farklı teknikler kullanıldı, eşeğin kulağına su kaçırıldı, bant, ocb gibi malzemelerden yararlanıldı. Ajda Pekkan'ın döşü bile var resimde.
Sonunda dedik ki, bir şey yazalım buna ufak bir yere.
ŞAKA yazdım.
Şaka.
Sonra bizim Benisyo her zamanki pesimist ve dalgacı tavrıyla şaka ne ya, beğenmedm, ben bu resimleri gittigidiyor'da iyi paraya satacaktım. Sanat eserine şaka dedin, diye veryansın etti. (Bundan viral yaparız lan biz de, dur hatta yapıyorum)
-Sevgili Denyüz, sen o kadar gerizekalısın ki, Amık da o kadar kaşar ki, bu resimleri ne kafayla yaptınız kızım siz? Sen o kadar salaksın ki, bu resimleri bana bıraktın kızım! Yani hiç farkında değil misin, bu resimlerde siz ne malzeme kullandınız Denyüz? Beni izleyenlere söyleyeyim, ben bu malzemeleri bizzat denedim, sakın kaçırmayın, KIZLAR. İntikam peşinde yenen bir yemektir. Kaşarsın, gerizekalısın, gittigidiyor nokta kom.
Ben de şöyle bir iddia öne sürmüş bulundum.
"Bana bir kelime söyle, onu hemen esere bağlayayım"
Şaka
-Sanat biraz tesadüfken, bazen sanat eseri de bir şaka değil midir ha, HAA?
33
-Hani gülmenin sembolü 333'tür ya, 33 yarım ağızla gülmektir işte... Ah o 3'ler yok mu bizi bize vermeyen.
Kapı
-Bu eserde algının kapısını anlattık. Ve bizce bunun formülü resmin renk cümbüşü bölgesinde rastlayacağınız ocb parçasıdır.
Göğebakan
-Günebakan çiçeği gibi, göğebakan insanı vardır. Buradaki adamımız, göğebakıyor.
Kayıt
-Hayata kayıtsız kalarak öz rengini bulamazsın. Kayıt olmalısın ki hayata, turuncu olsun.
Su sebilindeki damacanadaki su
-İşte biz buyuz. Bir kum saati gibi sirkülasyonumuz yok bizim. Tıpkı bir su sebilindeki damacanadaki su gibi tek ömrümüz var. Bitiyoruz gidiyoruz. Tek sıkımlık kurşunuz.
Prensibim var: İddia kaybetmem. Çünkü kaybedeceğim iddiaya ASLA girmem.
31 Temmuz 2009
Ah özgürlük Vah 3G!
Çakma solculuk yapma isteğimden değil kesinlikle, yalnız bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.
Ey Zülfü Livaneli, Ey Özgürlük derken sen, Ey 3G teknolojisinin hayatımıza getireceği, Ey hızlı interneti, Ey tasarladın?
Kabına kacağına ve kuşların kanadına özgürlük yazarken 3G'ye isim çalışması mı yapılıyordu o sırada da, "Biz önden ismi görelim, ona göre logo çalışın" mı dediler?
Tek yol 3G olmuş. Viva la 3G olmuş.
Bundan böyle ODTÜ Stadyumuna hep birlikte 3G yazarız biz ya. Yazarız be dayı be.
Ama ben G'nin altında durucam gibi yapıcam, aslında yumuşak g'yi oluşturucaaaam...
Ay kikikiki allaşkına ne alem kadınım öptm kib byez.
29 Temmuz 2009
Demirtaş Ceyhun'a saygılarla.
Bugün kaybettik.
Tüm sevenlerinin başı sağolsun.
Önceki bir yazımda Yakılacak Adam Aziz Nesin eserinden bahsetmiştim. Tekrar söyleyeyim, siz de okuyun.
27 Temmuz 2009
Marty Mcfly'dan geliyor...
23 Temmuz 2009
Gez-toz diye: Sims 3
EA Games; Challenge Everything diye bir kalıp vardır.
Yıllarca bu kalıbı aşağıda belirteceğim gibi algılamakta direttim ve;
EA Games - Challenge RAM
EA Games - Challenge Görüntü Kartı
EA Games - Challenge oyun zevki.
Meğer EA Games'in ya da Sims'in bir suçu yokmuş. Meğer tek ihtiyaç 2 GB daha RAM'miş. Boşuna günahını almışım. Üstelik 2 GB Ram dediğim şey hiç de pahalı değilmiş. Senelerce çekilen eziyete yazık.
Her neyse.
Sims 2'nin her expansion pack'ini yüklemişliğim yoktur ama hoşuma gidenleri yüzsüce sıralamıştım. Üstelik Stuff Pack adı altındaki zımbırtıları da yükledim; IKEA Home Stuff, Glamour Stuff, H&M Fashion Stuff, Kitchen and Bath Interior vs.
Ama gel gör ki bilgisayar kaldırmadı, RAM de azdı, ben de sıkıldımdı, yeter artıktı derken...
SIMS 3 çıktı şarkılarla türkülerle.
Önce çekindim. Sims 2 bu kadar performanssızca çalışırken kimbilir Sims 3 nasıl da zorlayacaktı ahı gitmiş vahı kalmış bir bilgisayarı. (Üzgünüm Akay ama evet)
Ama öyle değil. O kadar değiştirmişler ki oyunu.
Öncelikle şöyle ki; logolar, packshot'lar demo, sims yükleme ekranı derken, Select Town yerine Select Game seçeneği çıkıyor ve yüklemeye başlıyor. Dev saatler sürecek diye beklenen yükleme kısa bir sürede bitiyor ve Create Sims'e geçiyorsunuz. O da nesi, o da hızlı.
Şehre dönüp, aileyi bir eve yerleştiriyorsunuz ve inanması güç ama o da kısa.
Şimdi gelelim en tricky kısma.
Normalde Sim'inizi evin dışına çıkarıp, misal müzeye, havuza, kısacası ev dışında bir yere götürmek için yine o boncuk mavisi bekleme ekranına aval aval bakmak zorunda kalırdınız. Bu sefer tek yapılması gereken şey "Zoom out". Evet evet, heyecandan ellerimi titretmişti ilk deneyimlediğimde bu yeni opsiyonu. Hoop zoom out, hoop şehirde bir mekan seç, hoop oraya git komutu var, hoop sim ister arabasına binsin, ister taksiye, ister jogging yaparak gitsin, ama gitsin ve gittiğini görelim. Ve bu zoom anlarında her hangi bir rötar yok.
Oynanırlığı mükemmel, hızlı ve kanser etmeyici.
Kariyerler daha incelikle düşünülmüş.
Ayrıca kişilik özellikleri yani trait'ler var.
Birkaç trait'i sıralayayım. Mesela;
lucky
couch potato
genius
virtuoso
flirty
kleptomaniac
...
..
.
bundan daha 40 tane daha vardı yanılmıyorsam.
Karakteri yaratırken yahut büyütürken bu trait'leri seçiyorsunuz. Ve sosyal interaksiyonlar da haliyle bu trait'lere göre yol alıyor. Kariyer seçimleri de.
Mesela artistic olan bir insan CEO olmak istemiyor, rock stardom yolunda ilerlemeyi tercih edebiliyor.
Gardening, fishing, jogging, tinkering, questioning, interviewing gibi yeni aktiviteler de eklenmiş Sims 3'e.
Kıyafet tasarlamaca kısmı ise daha eğlenceli. Hipster çoraplardan tutun, Jackie O. gözlüklerine kadar ne isterseniz teker teker seçebiliyorsunuz.
Bir de negatif bir özellikten de bahsedeyim bari: Oyunun ultra speed'i bile çok yavaş. Bunu biraz olsun yenmek için bulduğumuz bir trick'i alttaki maddelerde paylaşıyor olacağım.
Öz Bilgiler:
-Yetişkin de olsanız, evde aile büyüklerinizin yanında sevişirseniz hoş karşılanmıyorsunuz.
-Şişmanlık hamurunuzda varsa ne kadar spor yapsanız da biraz ara verdiğinizde götü göbeği büyütüyorsunuz hızla.
-Oyunu insan gibi ff yapamamanın acısını ekranı bir çime sonuna kadar zumlayarak, etrafta başka bir şey görünmeden tutmak gerekiyor. Neredeyse 2 katı hızlanıyor bu sayede.
-Bir ocak var ki daha hızlı cooking öğretmekte.
-Rock starlık yolunda iyi ilerlemişseniz sokakta insanlar sizi görünce "Ay! Oy! Bayıliciim galbe!" türü tepkiler veriyor.
-Eve bir maid geliyor ki, aman diyim, malın gözü. Gelince anlayacaksınız. Kate Pistachio. Avatarı var ki bir tane böyle, gözü dönmüş.
-Sims'lerin kıyafet seçimlerine akıl sır erdirilemediği anlar oluyor. Neden evde gece kıyafetini giyer banyodan sonra? Bu bir mesaj mı? Deniz bizi diskoya götür.
-Bir de bu sefer teenage'lik ve adult'lık arasında "young adult" diye bir hayat bölümü var. Ki gayet uzun o da. Genç. Geanç.
-Bir tane kız yaptım aynı Scarlett Johansson'a benzedi. Tüm camiaya selam ediyorum.
Şimdilik bu kadar.
İyi oyunlar.
09 Temmuz 2009
Kuaför yalanları
Bu konuyu bir platformda ortaya koymak istiyorum.
* Bu boya bitkisel!
Sadece sormak isterim, bitkisel ise saçı nasıl siyaha yakın bir halden sarımtıraka açabilir? Kuaförlerimiz bize bu şekilde bir statement yönlendirdiğinde he deyip geçmeyi öğrendik.
* O kadar kısa kahkül olmaz!
Neden olmaz? Kim demiş olmayacağını? Natalie Portman yaparken oluyor da, Dita Von Teese yaparken oluyor, Audrey Tatou yaparken oluyor, bize olmuyor. Kahkül mevzusunda sürekli şöyle bir problem var:
-E daha kısaltacaksın heralde de mi? Gözümün içine giriyor bu?!
Daha kısası olmaz ki. Kuruyunca zaten kısalacak! (Tahayyül edebilitemiz yokmuşçasına)
-Kes sen biraz daha kes.
(Keser)
-Daha da kes.
(Keser)
-Az daha kes
(Bir kez böyle bir şey olduğunda kuaförcağız para almamıştı kahkül kesimim için, gerçekten de kısa ve düz kahkülün o denli rezil bir şey olduğuna can-ı gönülden inanmakta, vayanasını)
* Hızlı uzar yaz mevsiminde!
Caaanım saçlarınızı Tina Turner'a çevirdikten sonra üzülmeyesiniz diye söyler bunu. Bilimsel açıklamasını sorarsınız, sudan der, e ben denize girmiyorum ki çalışıyorum dersiniz, daha çok banyo yapıyorsunuz der, yoo kışın da saçlarımı her gün yıkıyorum dersiniz, uzar uzar der. Öf.
* Kat, gür saçların gürlüğünü azaltır!
or
Kat, cılız saçları gürleştirir!
Ya biri, ya öteki. Peki hangisi. Üstelik, kat iğrenç bir şey. Nefret ediyorum kattan. Zorla kat yaptılar, katsız olmaz dediler. Pekala da oluyormuş. Uzatın geçer. Ne kat kesme hevesiymiş kardeşim. OK! dergisinin Türk jet-seti gibi gösteren bir şey kat. Çok ayıp buluyorum bu kat zorlamasını. Sanırım kat yapmak, kuaförlerin el becerilerini geliştirme ve kendilerine yeni ufuklar açma yöntemi.
* Bu boya akar zaten iki yıkamaya, böyle koyu kalmaz!
Ulan ben 1 saat kafamda kedi çişi kokusuyla geçen senenin Cosmopolitan'larını okumuşum, bari dünkü bok yerine koyma. Senden istenen saç rengi, bildiğin bakır, özellikle belirtilmiş hatta koduyla, 8.44'ü ve 7.44'ü karıştır denmiş, majirel denmiş, kırmızı tonu olmasın, sevmiyorum kendimde vs. denmiş. Yaptığın saç rengi baya garnier kızılı.
08 Temmuz 2009
Traduttore tiradutore
Bu mottoyu benimsedim diye en azından bildiğim tek yabancı dil olan İngilizce'ye ait tüm edebi eserleri orihinal dilinde okuyorum. (orihinal yazmışım, değiştirmedim çünkü İspanyolca'ya da hakimim gibi tedirginlik okunuyor alt metnimizde)
Hatta İngilizce yazan bir yazara sapkın bir fanboy gibi takılma ve yazdığı ne varsa ardarda hepsini okuma furyasını da başlatan benim (he de geç). Üstelik, sadece eserlerini değil, onlar hakkında yazılanları çizilenleri de yalayıp yutuyorum. Bu şekilde bahsi geçecek olan insanların psikolojik profilleri konusunda da biraz içgörü sahibi olabiliyorum. Hani dil de biraz böyle bir şeydir ya? Koca bir kültürdür aslında, sadece bir dil değildir. Bir yazar da öyledir, sadece bir yazar değildir, bir dünya algısıdır. Algılanmakta olan dünya ise algılayanın gözünden zaten "the dünya" olduğu için, bir yazara "bir dünya" demekte bir sakınca da yoktur.
... Derken işte tam burada konsantrasyon sıkıntısı yaşayan arkadaşlar kendini belli etti.
Oscar Wilde ile vuku buldu bu ilk olarak. Oscar Wilde da ne var? Rahat rahat oku, Lady Windermere's Fan, Salome, The Importance of Being Earnest, the Picture of Dorian Grey, The Soul of Man Under Socialism, Vera or the Nihilists, a Woman of No Importance...
Shakespeare'den miras kalmış tabii ona bir çok estetik ipucu.
Sonra Shakespeare.
Hatta bu o kadar net ki; Shakespeare'i İngilizce okumayan, Shakespeare okumuş sayılmaz. İngilizce'si ne kadar zorsa o kadar üstüne gitmelisiniz, sonra bir bakmışsınız Shakespearean şiir denemeleri yazıyorsunuz her ne kadar inanılmaz boktan ve büyük ihtimalle sallamasyon olsa da.
Sonra Bernard Shaw'a geçtim. Shavian olabilecek kadar hayranım artık nüktedanlığına. "Wit" denen ve Eczacıbaşı'nın Gülümseyen Düşünceler olarak çevirmeye gayret ettiği kavram, Shaw ile anlam kazanmış sahiden. İddialı bir açıklama olsa da "Bernard Shaw, gelmiş geçmiş en büyük yazardır" bence. Bilge bir insan, witty bir yazar, beyninin her lobuna saygılı bir erkek. Ona tek laf yok. Neredeyse bir asır yaşamış çağ gibi adam. Üstelik yazım stili olarak "entellere" hitap etme gibi durumu yok. Yukarıda adı geçen yazarlara nazaran ultra minimal. Daha çok maskelenmiş hikayeleri alttan vermek onun marifeti. Kesinlikle hayranım. Hangi ölü insanla yemek yemek isterdiniz sorusuna Shaw diyemeyeceğim kadar hayranlık beslediğim, Wayne's World'den bir kesit olarak "We are not worthy" dediğimin Shaw'u. Sınıflar arası stiliyle Shaw.
Winston Churchill'le aralarında yine gayet Shaw stili bir husumetimsi olmuş. Major Barbara oyununun açılışına Winston Churchill'e davetiye yollamış ve yanına da bir not iliştirmiş:
"Have reserved two tickets for first night. Come and bring a friend if you have one"
Churchill de durur mu, yapıştırmış cevabı:
"Impossible to come to first night. Will come to second night, if you have one."
Şimdi de Salman Rushdie dedim. İronik olmak adına ya bismillah diyerek Satanic Verses okumaya başladım.
Yareppim, neler oluyor?
Oha Salman Rushdie, ohalarca.
İkidir rüyama giriyorsun, kendimden şüphe ettiriyorsun. Belki de okuma saatim Satanic Verses'a uygun değildir.
Problem şu: Anlamıyorum hocam. Bir cümleyi bir kere okuyunca anlamıyorum. Oldukça gerizekalı hissediyorum ama bu utancımı saklamak yerine paylaşmayı seçtim.
Çünkü utanç, paylaştıkça güzeldir.
Ah?!?
Ben galiba her şeyi çok ama çok yanlış anladım.
SON SÖZ:
Ben bu Salman Rushdie'yi de hatmedeceğim. Kendisine alışana kadar yemeyeceğim, içmeyeceğim, anlayacağım. Gerekirse soracağım. Ama hayatta altını çizmeyeceğim.
Ben asla altını çizmem.